23 Ağustos 2009 Pazar

INTO THE WİLD…

Bu bir film eleştirisi değildir… Bilmelisiniz… Sadece üç gündür, bir kitaptan (Jon Krakauer) Sean Penn tarafından görsel hazza dönüştürülen adına film denen şeyin etkisinden kurtulamamamın yarattığı birkaç kelam etme isteğidir.

Korkuyorum… Çünkü aklımda dönüp dolananları tam anlamıyla anlatmayı beceremeyeceğim Ama yine de yazacağım.



Uyarlamalar genelde kitabı okuyanlar için tehlikelidir. Her okuyan kendine göre en iyisini canlandırır kendi beyazperdesinde. Kitabı okuyan ve daha sonra filmi izleyen birinin yorumları elbette farklı olacaktır ama ben kitabı okumayan kesimden olduğum için sadece film üzerinden gideceğim.

Bu bir özgürlük masalı… Sanırım masal doğru kelime, Chris McCandless’ın gerçek olamayacak şekilde yaşadığı hayatının hikayesi çünkü.

Film Lord Byron’dan bir alıntıyla başlıyor.

"Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır;
mutluluk bomboş sahillerdeki coşkudadır;
insan elinin değmediği bir yerdedir;
denizin diplerinde ve gürlemesindedir;
insanları severim,
ama doğayı daha çok severim..."

Doğru bir seçim, filmin ne anlatacağının sinyallerini vermesi adına. Daha ilk kareyle, karanlık ekranda beliren beyaz yazıyla, etkilenmeye başlıyor insan. Evet ben bir insanım… Ve bu filmin yolculuğuna hazırım. Bu yolculukta izleyicilere Eddie Vedder’ın o etkileyici sesi de eşlik ediyor.

McCandless üniversiteyi yeni bitiren bir genç adam, yaşadığı hayat istediği hayat değil. Can Yücel’in de dediği gibi “Başka türlü bir şey -onun- istediği”… Ebeveynlerinin kavgayla örülü ilişkilerinin ve insanların evrende, doğada ne için var olduğunu unutmalarının Chris’de yarattığı öfke; kaçmak, özgürleşmek isteğini doğuruyor. Her zaman farklı olan bu genç adam okulunu bitirir bitirmez kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor. Arabasını bir çölde bırakıyor, bankadaki parasını bir yardım kuruluşuna bağışlıyor, cebindeki paralarını ise yakıyor. Kimliğini ortadan kaldırıyor ve kendine yeni bir isim, soyisim uyduruyor. O artık Alexander Supertremp, kendine süperberduş’luğu uygun gören bir gezgin. Amacı ise sadece Alaska’ya gitmek…. Ne aşk ne sorumluluk ne de başka bir şey umurunda, sadece gitmek sadece özgür hissetmek, insan olduğunu hissetmek…

Bu, bir çeşit kaçış tabii, kabul edemediklerinden kaçmak ve bir çeşit arınmayı gerçekleştirmek. Belki “affetmeyi” öğrenmek. Supertremp’in iki senelik ve ölümle sonlanan yolculuğunda insanı delirtecek kadar mutlu edecek zamanlar olduğu gibi bu kadarı da tamamen hastalıklı bir durum dedirten zamanlar da olabilir. Lakin ben Chris’in psikolojik ağır bir problemi olduğunu düşünmüyorum o da hepimiz gibi nevrotik bir hayvan sadece.

Manyakça coşmuş bir nehri kanoyla geçip Meksika’ya kadar gitmeye çalışan bir adam cesur değil midir? İşte bu cesaret ne istediğini bilmenin ve yaşamı hissetme isteğinin getirdiği bir cesarettir. Filmin, karakterin en etkileyici noktalarından biri de bu cesaret . Ama geçmişinden tiksinen bir adamın cesareti. Muhtemelen Chris babasının metresi olan bir kadından doğan bir çocuk olmasaydı ve hırs annesinin ve babasının arasında sürekli bir çekişmeye neden olmamış olsaydı, o, böyle bir yolu tercih etmeyecekti. Belki de edecekti, kim bilebilir ki!

Chris’in otostopla devam eden yolculuğunda karşısına çıkan bazı insanlar onun hayatında önemli yer ediniyor ama buradaki bağlılık sahiplenme kavramını içinde barındırmayan gönülden bir bağlılık. Bu noktada tasavvufi bir yönde kazanıyor karakter. En son evinde kaldığı yaşlı adama “Tanrı her yerde, etrafında gördüğün her şeyde, her şeyin bir parçasında, insanlar hayata bakışını değiştirmeli.” dediğinde bu yön bir kuble daha belirginleşiyor.



Alaska da bulduğu bir otobüste hayatını geçirmeye başlıyor Chris, istediği yerde, keyfediyor. Fakat bu keyif çok uzun sürmüyor yiyecek bulmakta zorluk çekiyor ve gittikçe zayıflıyor. Üzerine geçtiği yerleri kazıyarak resmettiği kemerini gittikçe daraltmak zorunda kalıyor. Okuyor, yazıyor… Zayıflıyor… Zehirleniyor… Dönmesine az kala aklından geçenler – doğa, kitaplar, müzik, komşuma duyduğum sevgi, bunlar benim için mutluluk demek. Ve tabii bunlardan daha önemlisi bir eş bulmak ve belki de çocuklar. Bir erkeğin kalbi başka ne ister- bunlar Chris’in. İşte karakterin tartışmaya en meyil veren noktası. Ortak bir noktada buluşamayacağız ama bana kalırsa Chris bunları zaten biliyordu, sadece doğayı ve özgürlüğü, hesapsızlığı hissetmek istedi, o Alaska’ya ölmeye gitmemişti. Açlıktan saçmalamaya başladığından da değildi düşündükleri. Chris dönecekti, bunu daha oraya giderken biliyordu, sadece hedefine çok iyi kilitlendiği için bazı noktaları düşünemedi. O nehrin döneceği zaman delirmiş olabileceğini nereden bilebilirdi ki! Dönemedi… Dönemediği için de “mutluluk paylaşıldığında gerçektir” diye bir not aldı kitabının bir köşesine. Ve ölümünü bekledi, ölmeden az önce yüzünde beliren “O” ifade ve otobüsün girişine yazdığı notlar mutlu olduğuna inandırdı beni. Ve ebeveynlerini affettiğine… Gerçekte nasıldı McCandless’in yüzünün ifadesi bilemem ama Sean Penn’in görmek istediği ifade benim de hoşuma gitti. Heyecanlandım…

Belki de doğru kelime Duygulandım’dır…

O ne kadar mutlu olduğunu paylaşamadı mı sanıyorsunuz. Peki “Into The Wild” diye bir kitap neden yazıldı, neden böyle bir film çekildi, Chris neden sürekli not aldı?

……

Chris bulunduğunda 25 kiloydu, bir özgürlük yolcusunun hikayesi bu kadar hafif son buldu. Bizim payımıza da böyle bir hikayeyi izlemek düştü. Bir dağcı olan Jon Krakauer’e böyle bir hikayeyi kitaplaştırma heyecanı… Sean Penn’e ilk filminde böyle bir hikayeyi anlatma gururu… Emile Hirsch’e ise böyle bir karakteri canlandırma serüveni…

Bu hikaye paylaşıldıkça Chris mutluluğunu paylaşmış olacak…

10 Ağustos 2009 Pazartesi

YAZININ LANETİ

Nereden bilebilirdim?

Anlamsızca belki, mutlu olduğum bir gündü. İçimde çocukluktan kalma bir coşku vardı.
Coşkudan da mı korkacağız? Yok artık....


Önümde geçen sene yazdığım günlüğüm... Neden?

Tarih o günün ki ile aynı... Hayatımın en ilginç rastlantısı değil elbet.
Okuyorum... Okuyorum... Hatırlıyorum... Ama istemiyorum... Savıyorum... -dığımı sanıyorum...

Gece oluyor, uyku yok... Sabah oluyor uyku gelse artık fena olmaz.
Geliyor gibi yapıyor, düşlere dalıyorum. Dalmamışım meğer...

O tarihteki gibi hissediyorum...

O tarihte yazdıklarım şimdime siniyor, kendime kızıyorum...
Zaten ben bu hayatta en kolay kendime kızıyorum.

Geçen sene bu tarihte yazdıklarımın laneti çöküyor sabahıma, uyuyamıyorum.
Çekip gitmek istiyorum, içimdeki diğer bir kadın "nah gidersin" diyor. Nah'ı bir kenara
koyup "gidersin"i seçiyorum. Ve fakat nereye, nasıl gideceğimi düşünmem gerekiyor. "Nah" diyorum yüksek
sesle, düşünmeme gerek kalmıyor.

Gitmiyorum....

Ama bir gün gideceğim, biliyorum.

Ama bu gün, uyumasa hiç kimse, hepbirlikte uyumasak. Sadece bu gece... Yazının laneti geçene kadar...

Ben yine de bir gün gideceğim...

Biliyorum...

Tüm lanetlerimi o köşede bırakıp...

YANKI...

**Bir kadını sarhoş eden içtiği bir şişe şarap değil, giydiği topuklu ayakkabılardır.
Dışında kalan adamları sarhoş eden ise aslında kadehler dolusu içtikleri alkol değil, akıllarında yankılanan
topuk sesleridir.

Esra'ya

9 Ağustos 2009 Pazar

ZAMAN...

Bir sene önce bir gün aynaya baktım. Ve dudaklarım güzel göründüler bana...
Ve o an bitti her şey...

Ne üzüntüyü ne aşkı hatırlamıyordum.

Bir sene sonra bir gün tekrar aynaya baktım. Ve ellerimi gördüm...

Hem üzüntüyü hem aşkı yeniden hatırlıyordum.

Dudaklarımda eski bir kelam gibi -gelen'in- ismini sayıklıyordum.

**Ayşen'e

8 Ağustos 2009 Cumartesi

KATLANI...

** Uyumadan yaşayabilirim; ama düş görmeden asla... O zaman hayatı düşlerime benzetmelisiniz.

4 Ağustos 2009 Salı

NEREDEYDİNİZ

Bir zaman önce sizde beni sevmiştiniz.
İklimlerden ilkbahar, günlerden Salıydı
Gökte bilmediğimiz bir renk, siz ahenkliydiniz.
Dudaklarımızda hoş bir tebessüm, sesinizde öfkeliydiniz.
Ben ilkten razıydım her halinize, siz telaş içinde ürkektiniz.

Korkudan ağladığım gecelerde, neredeydiniz
İsminizi zikrettiğim gecelerde, neredeydiniz

Başım, omzunuza düşmek istediğinde, neredeydiniz
Ellerim tutmaz, kalbim öyle çarpmaz, o şarkı hiç susmaz olduğunda
Nerelerdeydiniz…

Şimdiki zamana bir kala siz beni sevemediniz.
İklimlerden sonbahar, günlerden herhangi biriydi
Yeryüzünde bilmediğim bir iç çekiş, siz çoktan yok idiniz
Çıplak ayaklarım size koşmaya hazır, siz tam tekmil gitmekteydiniz.

*Selini'ye

3 Ağustos 2009 Pazartesi

SEN'E...

Binlerce şiir içinde,
binlerce insan var.

Binlere insan içinde,
binlerce adam var.

Binlerce adam içinde,
binlerce kadın var.

Binlerce kadın içinde,
binlerce ben yok.

Bir ben içinde,
bir SEN çok...

*Asaf'a