26 Şubat 2009 Perşembe

PLATON - İK DEĞİL PLANKTON - İK AŞK!..

Biraz sonra hiç duymadığınız gerçeklerle yüzleştireceğim sizi… Şaşkınlıktan deliye dönmeyeceksiniz. Önceden uyarmalıyım… Bana kızmaya hakkınız olmamalı…

Hayatın bize tesadüfleriyle yaptırdığı, farkında olmadığımız lakin aniden aklımızın bir duvar dibinde sonuçlanıveren araştırmasının sonucudur anlatacaklarım…

Ürkmemelisiniz… Zira hayatın anlamını vermeyeceğim ellerinize… Ne kadar cesur olduğumu fark etmişsinizdir. Yazının devamını okumama ihtimalinizi göze alarak açık yüreklilikle belirttim size gerçekleri…

Biz kim miyiz?

Biz, iki kadınız ama ben diğer kadını kaybettiğim (tıpta ex olmak diye kullanıldığı da görülmüştür) için tek kadın olarak devam etmekteyim ve bu önemli bilgiyi artık yalnız başıma taşıma ağırlığını kaldıramıyorum…

Artık başlamalıyım…


Bundan yüzyıllar öncesiydi… Çok uzaklardan olmasa da uzak olduğunu düşlediğimiz bir diyarda Platon adında sakallı olduğu muhtemel bir filozof yaşardı. Bu sakalı olduğu muhtemel olan filozofun adı aslında Eflatun idi. Lakin sakallının, neredeyse uzun olan sakalları kadar geniş olan omuzları, onun Platon adını almasına vesile olmuş idi. Gereksiz ayrıntı verdiğimi düşündüğünüzün farkındayım. Ama gerçekler hep gereksiz ayrıntılarda gizlidir… Bunu daha önce defalarca duyduğunuzdan eminim.

Neyse…

Bu kocaman olan omuzların kocaman olan bir gövdede olduğunu tahmin etmek güç değil tabii… Kocaman gövdede yerini alan organları sıralamak gibi bir niyetim yok… Üzerinde duracağımız organ kullandığımız başlıkla ilintili… İşte gerçekler…

Kocaman bir gövdede olan “kalp” kocaman olur öyle değil mi? Diğer organlara haksızlık da yapılmış olsa bu gövdede en büyük yere kalp sahiptir. En azından ben öyle uygun gördüğüm için…

Konudan sapmışım gibi görünmemeli ve Platonun idealar aleminin en yakın sokağından sapmalıyım. Çıkmaz sokak “idea”… Düşündüklerimden korkmuyorum… Siz, yorulmak bilmeyen platonik aşk savaşçıları devam edin… Gerçeğe ermek üzeresiniz… Ama kafam o kadar karışık ki… Bildiklerimi düzenli şekilde sıralamaya çalışırken eksik bırakacaklarımın peşimden gelmelerinden ve siz’den korkuyorum… Ya anlayamazsanız…

Aslında “platonik aşk” kavramında üzerinde durmak istediğim idealardır yani düşünce… Farklı bir evren bunu kabul ediyorum… Platon, gerçekte kocaman bir kalbi ifadelendirirken bahsetmek istediği düşünce ve gerçeklik evrenidir. Fakat platonik aşk gerçeklikle pek ilintili olamayan düşüncelerin yarattığı bir çeşit aşk modelidir. En azından şimdiye kadar öyle olduğunu zannediyordunuz… Ve ben bu modele inanmam… O nedenledir ki tanımlamayı araştırmalarla destekleyerek farklı yöne çekmekteyim. Tesadüflerin önemini yok saymamak koşulu ile…

Düşünce insanın var ettiğidir… İnkar edemem… Platonik aşk da insan denen canlıların kendi kendilerine icat ettikleri bir tanımlama değildir. Aslında bildiğimiz üzere platonik aşk tek taraflı hayal aleminde zerk eden bir aşk çeşidi değildir. En azından Platon’un anlatmak istediği bu değildir. Hatta hiç değildir… Peki neden değildir?.. Platon’a göre; ruhlar aleminde yaşanan aşk, gerçek alemde ruhların girdikleri bedenlerde eşlerini arama bekleyişidir. “Ey eş ruhum seni bulacağım” diyen karakterlere hayretler edilir… Bildikleriniz, aslında hiç bilmediklerinizin kanıtıdır. “Ah benim ki platonik, haberi bile yok” ızdırabı uzaktan duyulan fasit bir koku salar… Bu yalanın kokusudur… Uyanmalısınız… Platon öyle demedi… Kendinizi kandırmayın… O“planktonik aşk”…

Plankton’un ne olduğunu herkes bilmek zorunda değil elbet. Ben de yanlış tercihler ve mecburiyetler sonucunda öğrenmiştim gençken… Sonradan mecburiyetin tek faydasının “plankton” ile tanışıklığım olduğunu fark ettim.

Gerçekler her zaman bildiklerinizle sınırlı değildir. Peki plankton nedir? Duyuyorum birkaç meraklı kişi soruyor. Diğer çakallarda devamında açıklayacak hadi bakalım diyor. Bense kurduğum bağlantıya olduğum hayranlığımla planktonlardan habersiz keyif sürüyorum.

Velhasıl plankton; yaşayan bir canlıdır. Fakat bu canlı nerede yaşamaktadır? Sevgili canlı dostlarımız planktonlar, biz insan denenlerin çoğunlukla gözleriyle göremedikler canlılardır. Sebep mi? Pek tabii tek hücreli olmaları… Planktonlar, nehir gibi deniz gibi susal yerlerde var olan tek hücreleri ile barınırlar.

Platon bir gün memleketinin deniz kenarında eli sakalında düşünürken, sadece hisleriyle tek hücreli canlıların varlığını sezinler. Ve oradan oraya sürüklenen, kendi istemleriyle hareket edemeyen bu canlılara bir isim bulur… Amaçsız dolaşan anlamına gelen, Plankton…

İşte tam da o an da Platon “evreka” diye fısıldar ve Arşimet bağırarak dünyaya gelir. Planktonların amaçsızlığı devam ederken birilerinin aklına aşk düşer. Bu düşüş esnasında plakton değil de Platon nasibini alır ve işte büyük yalan buradan doğar… Platon şikayetçi planktonlar amaçsız birbirlerine katlanırlar. Zavallı insanlarda yanlış tanımladıklarıyla tek beden sev-iş-me-siz, ama bildiklerinin verdiği ahmak rahatlığıyla yaşarlar. Sev-meyi iş edinip sürekli şikayetlenirler…

Aslında benim söylemek istediğim şu; ben tanımlamalara inanmam. Nasıl tanımlandığı değil nasıl hissedildiği önemlidir. Ama illaki tanımlamak gerekiyor, şu meret hayatta ve hayatın komplesine yakınında yer alan aşk kavramını… O bildiğinizi sandığınıza ben planktonik aşk demeyi tercih ediyorum… Aslında doğru olduğunu biliyorum… Platon da yalan demez ya…



Son olarak Platon bu yazıya uygun olarak ne der diye düşünüyorum!..

İşte Platon bunu der; “Kişi yolu yürümedikçe, hakikat erişilemezdir.”

Yürüyünüz, yoksa planktonlar gibi oradan oraya sürükleneceksiniz… En son hatırladığınızda, en iyi haliyle, bir lam’ın üzerinde yatan size bakan tek ve kocaman bir göz olacak…

15 Şubat 2009 Pazar

HAYAT!..


GÜNDÜZ: KIRMIZI ŞARAP TADINDA HAYAT


Uyanılır… Gecenin hüznü göz kapaklarından okunur. Görülen düşler kurgulanan hayattan izler taşır. Bir huzur… Kısa süreli… “Bir tiyatro oyunu yazılmış, tek kişilik ve istihza dolu” Samimi gülüşler ve sıradan önyargılar…

Yağan yağmurda sokakları arşınlamayı sadece istemek. Bir, iki, üç… Yarım kalmış bir şarap şişesi… Eski bir dost, önceden defalarca içilmiş orospu sigaralar… Ağızlarda yıllanmış kelamlar, gündüz sarhoşu… Hayatına girmiş ve çıkmış sayılı hayatlar… Ekleyemediklerine dökülen paçavra göz yaşları… Doğanın sen “insan”a isyanı…

Şimdi sarhoş bir gün… Ancak mor menekşe tadında kaldırılacak bu gün…

Sıradan terk edişler… Alışılmış… Soru sor!.. Ne kadar alışılmış?.. Cevap verme… Sarhoş günlere susmak yakışır… Ama biz hayata yakışmayız… Ama anları ölümsüz kılabiliriz… Bellek dediğin seni şaşırtır… Düşlerin kanıtıdır…

Rutin hayatın senden bekler, sunarsın… Zaman geçer… Sen neredesin?.. O’nun okuduğu bir kitapta sıradan bir sözcükte “sen” olmak istersin… İstemek hayatın yarısı… İnanmazsın… Sevişmek kutsaldır, yadırgarlar… Ağla… Kırmızı şaraba bulanmış hayatına ağlarsın… Büyüyememiş bir çocuğun isyankar hayal kırıklığı olursun…


Bu güne susmak yaraşır, yapamazsın… Çalan telefonlar sana konuşur…. Yıllanmış bir kedi… İstediğini veremeZsin… Susar… İncinirsin… Üç satır daha uzun olsa hayat, denersin…

Denemek bir çeşit yeniden doğum, inandırmalısın… Susarlar, konuşurlar aslında… Gitmekle, kalmak arasında dona kalırsın… Kişisel sorumlulukların cılız bedenine yığılır, kocaman bir adam olur, utanırsın…

Gene yağmur yağar gene bulutlar seni kovalar… Karışırsın… Hayat sen ona dahil olduğunda yaşar… Adın bir hayattır… Gene inanmazsın, inanamazsın…

Şehrimin günü çıldırıyor, gök gündüzünü geceye çeviriyor… Damlalar göz yaşlarıma karışıyor. Coğrafyam ben oluyor… Ağlıyoruz… Unuttuğumuz bir mendil gibi eski bir eşyanın arasından çıkıyorlar… Tanrı gülümsüyor… Belki alay… Belki gerçeğin bir çeşit sunumu… Bilinmiyor…

“Neden bu suskunluk…” diyor… Her halükarda yaşıyor olma erdemine eriyorsun, koşmaktan yorgun…

“Sessiz kalma…” İlk defa ilk hissettiğin gibi konuş… Zaman sana şaşırsın… Sen ona fake yap… Kazanan kim bilinmesin. Yavaştan gün rengini değiştirsin, izle… Gene değişeceğini bilmenin rahatlığına sahip olduğunu düşünme…

Gece, sana gelsin, yaşa… Ağır ve bir o kadar topuk sesi… Dumanlı ve iç içe…

GECE: LACİVERT BİR BULANIKLIK HAYAT


Gecenin hiç sevmediğin bir renge bürünmesi… Aklını inkar eden içindeki lanet kadın… Susmayacak belli… Kendine sağır olmak… Öğrenmek… Öğrenmeyi beklemek…

Tanıdık bir sesi kulaklarda duymak… “Mack The Knife”… Bitpazarında rastlanan Alman epizotlarına güncel bir sendimental gönderim… İSYAN İÇEREN… Anıları peşinden sürükleyen…

Müphem mi? İşte en sevdiğim… Şaşırma ihtimaline hayran olmak… Körlüğe yatkın göz yaşları… Gizli ve sıradan belki…

“Sana da yalan dersem benim doğrum kalmaz kadın” der, dost bir adam. Gece aydınlanır… Söylersin…

“Lacivertti bu gece ben hep mora boyamak istedim” derim… Gecenin eskimiş memur kıyafetlerini üzerinden sıyırmak isterim. Klavyeye dokunan mekanik ellerimi kullanarak el yazımı hayal ederim…

Dokunurum…

Hayal etmek geceyi sonlandırır. Uyunur… Düşlerin her günkü cenazeni kaldırır…

Doğarsın… Alacakaranlık, kuş sesleri ve Nefes…

5 Şubat 2009 Perşembe

O’NA…!

“Şimdi zamanı değil” diye tekrarlayıp durdu aklımın köşesinde bir kadın senelerdir. İnandım ona, itaat etmek doğru yolumdu… Anlamadım, inandım… Açıklama bekleyenlere zırva cümleler döktüm, sayfalarca belki… “Şimdi zamanı değil” diye tekrar ettim, ve farkında olarak yıprattım sözcükleri… Yıprattığım sözcüklerden yeni cümleler kuruyorum şimdi… Geleceğin bilinmezliğine inat. Beni tanımadan anlamak için yaratılmış biri…

Sen O’sun….

Her şeyi yıkıp yeni cümleler kurmak niyetinde değilim, var olan sözcüklerimle, tüm yaşanmışlıklarımla kurduğum büyümeye hevesli cümlelerimle varlığının kapısındayım… Duymadan açacaksın kapıyı biliyorum….

Ön sezilerimle sorduğum sorular beni korkutmuyor, aksine cesaretlendiriyor. Hissiyatım aklıma isyan ederek kendi yolunu çiziyor ve beni kendine köle ediyor. Anlamadan inanmanın nasıl bir şey olduğunu anlayamıyor sadece hissediyorum………..


Hissettiklerim en dostum denen insanları bile aklına havale ediyor… Demek ki, zaman tam anlamıyla susma zamanı… Ben gene susuyorum, tüm çığlıklarımla…. Beni duyacak olana duyurmak derdim, kulaklarını devre dışı bırakıp…

Bana kuracak binlerce cümlesi VAR biliyorum… Cesareti olmadığından değil… Korkmaktan… Tamamen silmenin ağırlığından… Bir şans daha vermenin cüretsiz asaletinden… Tüm tanımlamaları yerle bir eden bir ifade… Evet!... Yaşıyorum ve hayatım bana bu şansı,

O’nu hissetme şansını verdi….


Susmalarımın en aklı başında olanını sunsam da sana, bilmelisin belki biliyorsun… Gözlerimizi susturamadığımız bir gerçek, ama dinlemeyi ne kadar biliyoruz?... Hiç sorgulamıyoruz… İnançlarımızla ne kadar ilerlediğimiz sırat köprüsünde çıkmayacak karşımıza, yürüyoruz… Saçlarımıza aklar düşüyor, beklemeyi ibadetimiz sayıyoruz… Yaşlandıkça inancımız artıyor, tanımadığımız birbirimize kul-köle oluyoruz…


Şimdi tam zamanı… Biliyorum… Sen bilmiyorsun, belki de korkudan titriyorsun… Ben güvercinlere yem atıyorum, sen izliyorsun… İnanıyor ama bekliyorsun…

Zaman sana ismimi fısıldıyor, Adımı duyuyorsun… Ben sana önceden geldim, bilmiyor, hissediyorsun…


“Şimdi tam zamanı” deyip susuyorum O’na… Anlayacağı zamanı beklemek benim cesaretim… Biliyorum!... Biliyoruz?

İsmimi çığırıyor… BEKLİYORUM!...