22 Aralık 2008 Pazartesi

İÇİMDEKİ POLLY VE ANNA

Hanginizden başlayayım?... Polly… Anna…

Şöyle sıcak bir kakaolu süt alıp TV karşısındaki Amerikan işi koltuğa oturup uzaktan bakmalıyım onlara. Daha üşüme mevsimi gelmedi ama ellerim ve ayaklarım buz gibi, havanın bulutlu olması da cabası, böyle zamanlarda insanın canı hiçbir şey yapmak istemiyor. Eylül ayında patik mi giyilir canım? Sanırım uzaktan bakma eylemi hemen işe yaradı. “Sen hangisisin yavrucuğum? Polly misin? Yoksa Anna mı?”

Henüz koltuğa popomu yerleştirmemiştim bile, aklımın duvarlarını yağmalayan iki kadından biri işinin başındaydı. Elimdekiyle yerleştim uygun gördüğüm yere, şimdi tekrar soruyorum; “sen hangisisin?...” Bu koltuğu iyi ki almışım, zamanında bok gibi para verdim ama hakkediyor doğrusu. Hmm ellerime sağlık, alt tarafı sütün içine kahverengi bir şey karıştırıyorsun kakao denen; ama mucize gibi, lezzete bak… dememe kalmadan birden bacaklarımı uzattığım sehpadan yere indiriyorum, ayağa kalkmamak için kendimi zorluyorum ve dayanamayarak kalkıyorum. İşe gitmeden önce kendimi iyice inceleyebilmek için sokak kapısının yanındaki, bir filmden görüp de özendiğim, bulmak için kendimi paraladığım, aylar sonra ancak bulabildiğim sevgili aynamın yanına gitmemek için zorluyorum kendimi. Birden kulağımı tırmalıyor sesim, “sen hangisisin?” diye bağırıyorum. Aynanın karşısına gitmediğimden suratımın almış olduğu ifadeyi ancak hayal edebiliyorum.

Burnundan derin bir nefes al ve ağzından ver diye fısıldıyor, içimden bir kadın. Ben hiç yapmadığım şekilde talimatı alıyor ve uyguluyorum, sonrasında popom gene ait olduğu yerde. “Sen Polly’sin”, diyorum. İtiraz ediyor dingin ses, “hayır”, diyor “ben Anna’yım. Benim ön sırada yer alabileceğimi nasıl düşünürsün? Ben Anna’yım, anaç olanım, anayım, askerlere ayran dolduranım. Biliyor musun? Polly de iki tane L harfi var diye bende bir tane olan N’nin yanına bir eşini daha koydular, ses etmedim, anayım ya!”

“Böyle salakları dinlemekle zaman kaybettiğinin farkında değil misin?” Korkudan koltuktan bir-az zıplasam da sesin çekiciliğini hemen ayırt ediyorum. “Sen Polly’sin”, diyorum. “Ha şunu bileydin derdim, eğer şu anaçlıktan annası ağlamış kadın olsaydım. “Ben Polly’im şekerim”, diyor ve yanıma oturmak için hareket halinde seksi bir kadın beliriyor oturma odamda. Biraz şaşırıyorum haliyle şaşırmazlık takınıyorum, beceriyorum da. Ne güzel dudakları olduğunu aklımdan tam geçirecekken birden bir kadın daha beliriyor, bu sefer büyük LCD ekran televizyonumun önünde. O an nedense şükrediyorum hayranı olduğum dizi Sex And The City oynamadığı için. Tavşan gözlerle bakıyorum, kadın yüzüme gülümsüyor, ben ayakkabılarına dikkat kesiliyorum. Kendime geldiğimde hemen şöyle diyorum; “sen Anna’sın.” Şalvarlı olarak hayal ettiğim kadını üzerinde mükemmel duran bir döpyezle görmek beni etkiliyor. Gülümseyerek diğer yanıma oturuyor, artık üç kadınız. Bu geceyi yalnız geçirme planlarımın suyla haşır neşir olduğunu çişimin gelmesiyle fark ediyorum. Bir yere gidemiyorum, hesaplaşma vakti….

Sehpamın üzerine oturup ikisini karşımda bırakıyorum. Milletin teyzelerinden bana ne hırçınlığıyla hanginiz başlayacak diyorum. Polly bacak bacak üstüne atarak konuşuyor. “Bu koltuğu beğenen ve almanı sağlayan bendim”, diyor. Anna da ardından “bu koltukta keyifli zaman geçirmeni sağlayan da benim”, diyor. Yani diyecek oluyorum Polly izin vermiyor. “Bir ay önce ayrıldığın sevgilin var ya?” diyor. Ben aniden “Kenan mı?”, diye atılıyorum, bu sefer ben kazanıyorum. Daha önce bu kadar hızlı Kenan dediğimi o sürüngen Kenan duymuş olsaydı tüm ukalalığı ile şöyle derdi; “Bana aşıksın bebeğim!” “Evet”, diyor Polly, Kenan, ondan ayrılma kararını benim sayemde verdin. Bu sefer konu daha ilgi çekici geliyor çalan telefonuma aldırış etmeden Anna’nın gözlerinin içine bakıyorum, resmen gülen gözler, çok sık rastlananlardan değil, birazda benimkilere benziyor sanki. Kafamı sallayarak kendime gelmeye çalışırken Anna konuşmaya başlıyor. “Biraz sakin ol, kendini bulandırma”, diyor. Gülümsediğimi hissediyorum, o devam ediyor. “Kenan’dan ayrıldıktan sonra kendini çabucak toparlaman benim sayemdeydi”, diyor. Ama diye bir yumruk oturuyor boğazıma, o sıra karşımdaki iki kadının birbirine baktıklarını görüyorum. Birbirlerine gülümsüyorlar mı ne?... Evet gülümsüyorlar. Ben araya giriyorum bu sefer, cümlem amayla başlıyor. “Ama ben, bazen hala Kenansız nasıl yaşayacağımı düşünüyorum.” Polly ve Anna ikisi birden aynı anda bana doğru dönüp gözlerimin içine bakıyorlar. Polly birden kahkaha atmaya başlıyor, bu kadına hayran olabilirim aptallığı var bu sefer yüzümde, dinliyorum. “Kenan olmadan önce nasıl yaşıyordun?” diyor. “Artık varolduğunu biliyorum ve nasıl yaşayacağım diye düşünüyorum”, oluyor karşılığım. Tatlım diyor Anna, “düşünüyorsun işte sadece ama bu yetmez, biraz da…” araya Polly giriyor ve biraz da’dan alıyor kelamı devam ettiriyor. “Biraz da benim suçum”, diyor ve ekliyor “ama seçenekleri görmen de gerekiyor.” Kafam allak bullak oluyor, Türk kahvesi içmeyi teklif ediyorum kabul ediyorlar. Aslında şarabım vardı ama dün dibini buldum kusura bakmayın kibarlığını gösteriyorum kahveleri yaparken ve ben kusuruma bakıyorum. Zira şarap içmek istiyorum.

Terasta kahveleri içerken ağlamak için kendimi zorluyorum bir türlü beceremiyorum. Neden ağlayamıyorum diye sızlanırken Polly elime dokunuyor, bir sıcaklık hissediyorum. “Ağlamanı gerektirecek bir şey olmadığı için ağlayamıyorsun”, diyor. O sıra diğer elimde benzer bir sıcaklık daha hissediyorum, Anna. “Ne hissettiğini bilirsen ağlarsın sadece hissedeceklerinden korkma” diyor. İkisinin sıcaklığını da ellerimde hissederken birbirlerini tamamladıklarını fark ediyorum. Evet diye bağırarak ayağa kalkıyorum ve ani hareketimden utanıp kalktığım sandalyeme aynen iniş yapıyorum. İş yerimde takındığım çok bilmiş halimle, bir tek farkla daha sakin olarak konuşuyorum. Seçim yapmam gerekiyor. Polly ekliyor, “ve keyfini çıkarman.” Peki diyorum birden, “içimde arada hissettiğim o sıkıntı ne oluyor?” “Benim seni biraz yoklamam oluyor”, diyor Polly. “Sana sinyal gönderiyorum, kendini gör sinyali.” Kahvemin son yudumuyla olanları anlıyorum ama zaman istemeyi de unutmuyorum, biraz daha düşünmek için. Onları bir arada görmeyi seviyorum. Sanırım onlar da beni seviyor.

İçimdeki kadınlar da ben de yoruluyorum, sonunda birbirimizi kabul ederek yaşamaya karar veriyoruz. Yatmadan önce bir istekte bulunuyorum, bu iki kadının bir el sıkışıp barış gösterisi yapmaları yönünde. Onları hemen ulaşılacaklar çekmecemden çıkarttığım Japon yapıştırıcısıyla birbirlerine sabitleme kararını almadan, refleks olarak uyguluyorum.

Polly ve Anna bir araya geldiklerinde kendini kandırma oyunu oynamadılar, gerçekleri olduğu gibi kabul edip bir seçim yaptılar. Mutluyuz…

Böylece içimde tek bir kadın oldu, insanların “gıcık oluyorum ya şu Pollyanna’ya” dedikleri cinsten. İçimdeki kadına gıcık olun, ben onunla yaşamayı seviyorum, bir gün sizi de seveceğim…


*İçinizdeki kadınlara sahip çıkın, bazen ayrı yönlerde yol alsalar da doğru olanı her zaman birlikte bulacaklardır. Doğru olansa modern akılla arkaik yüreğin Urla’da bir koyda ayak üstü yaptıkları hoşsohbette gizlidir. Çok abartmaya gerek yok, hepsi size ait vesselam.

5 Aralık 2008 Cuma

Ekonomik Kriz, Depresyon, Nutella ve Sonbahar Aşkları

Son günlerde kime rastlasanız ağızlarının kenarında bir kriz lafının asılı kaldığını görebilirsiniz. Depresyonun ağırlıkla görüldüğü mevsim olan sonbahara krizin de denk gelmesi, agresyonu ve depresyonu arttırıyor haliyle. Malum agresyon üretmeye meyilli bir toplumda yaşıyoruz. Artık kocaman bir bahanemiz de var “ekonomik kriz”. Anlayışın toprak altı yapıldığı bir dönemde miyiz yoksa insan olmayı unutmaya başlayalı çok mu oldu? Soru sorma, bahanenle soldan devam et, onu kır, bunu yık, harca, değersizleştir, değersizleş,sakla-verme, tüket… Sonrası mı? Helal olsun! Ardımızdan bir camii avlusunda yankılanacak. Olamadığımıza, son ama asla son olmayacak bir helal çakılacak.


“Peki benim bundan neden haberim yok” çocuk naifliğiyle yaşayan pek muhterem, ama aynı zamanda pek zavallı, ağızlarının kenarında nutella kalmış bir kesimde yok değil. Bu pek muhterem kesimdeki yaratıklar (yaratık diyorum çünkü insan olmadıkları kesin) işaret parmaklarının yanına alaycı gülümsemelerini ekleyerek konuşan insanlar (mış gibi aslında) tarafından, sadece saliselik bir zamanda taciz ediliyorlar. Sonrası mı? Unutmaya programlanmışlık, belleksizlik.

Hazan yaprakları oradan oraya savrulurken evde oturup nutella kaşıklayarak endorfin yükseltmeyen kadınlar ve adamlar da var. Onlar da bir yolda yürüyorlar, upuzun bir yolda. Yolun devamını görmeyen ayakların altında yapraklar eziliyor. Sonbahara en çok elele tutuşan çiftler yakışıyor. Aşk ekonomik kriz dinlemiyor. Yağmur başlıyor, trafik sıkışıyor, otobüsün içinde nefes alınamıyor birbirine bakan gözler hiçbirini fark etmiyor. Fark etme devre dışı kalıyor, hissetme aktif.

29 Kasım 2008 Cumartesi

SENCE AŞK NEDİR?

Ortaokul ve lise çağlarımdayken sevgililik denen kuruma inanmazdım. Küçük kadınların ve adamların birbirlerine yaptıkları kurlar, benim izlediğim bir Karagöz Hacivat oyunu gibiydi beyazdan hallice perdede, gölgeli. Sürekli gülümsememe anlam veremeyen yaşıtlarım beni sevimli olarak nitelemekle çıkış yolunu bulmuşlardı. Şimdi yaşıtlarım programlanmış evlilik oyununa dahil oldular, ben ise sevgililik kurumunu artık kabul eden ama evlilik kurumuna inanmayarak yaşamını sürdüren bir çocuk kadın formu olarak yaşıyorum. Büyümeye karşıyım. Boş zamanlarımda da kiralık katil olarak çalışmaktayım.

Lise sıralarında benim gibi olan birkaç formla birlikte çevremizi incelerdik, gözlemlerdik. Bugün elimize bizi eğlendirecek ne geçecek diye bakınırdık, olmadı herkeste olan fakat kullanmayı bilmedikleri popodan yardım dilenirdik. Ön sıralardan gözlüklü ve pek sevimli olmayan bir kız genelde yardımımıza koşardı. Bir oğlan çocuğunun yanına, muhtemelen hoşlandığı, oturmasıyla bizim yerlerimizi almamız bir olurdu. Bir türlü sevimli olamayan kızımız hemen soru sorarak konuşmaya başlardı. O gün kısmetli günümüz olmalıydı çünkü hatundan gelen soruyla gözlerimizde sayfalar çevrilmeye başlamıştı. Tarihi binalardaki rekonstrüktif çalışmalarla ilgili ne düşündüğünü sormuyordu tabii ki, ergen çirkinliğinin farkında olmayan çocuğa. Sorusu gayet naifti; sence aşk nedir? Aman yarabbii! O an ben kıza dokunma isteği duydum, gerçekliğini hissetmek amacıyla. Ayağa kalmaya çalışırken naylon çorabım tahta sıranın bilmem neresine takıldı, olduğum yere geri çakılmak durumunda kaldım da hatunun sıcacık muhabbetine engel olmadım. Oğlanın konuşmasına izin vermiyordu sevimsiz kız, sürekli konuşuyordu sanki soru kendisine sorulmuş gibi. Ben dikkatimi tam olaya odaklayacakken sınıfın en uzun boylu herifi yanıma gelip dikildi ve bana baktı. Bende altında kalmayarak ona baktım. Kokumun ona tanıdık geldiğini söyledi. Dikkatimi dağıtıyordu, bir çeşit soru sorma yöntemiyle bana asılmaya çalıştığını anlamıştım lakin onu en acilinden başımdan savmalıydım ve geleceğim için önemli olan mevzuuya şahit olmaya devam etmeliydim. Erkek parfümü kullanıyorum dedim, üzerimdeki iğrenç lacivert okul kazağını çekiştirerek ve ekledim belki seninkiyle aynıdır, hoşça kal… Adam tepemden gitmiyordu sesimin ona kadar ulaşamadığını düşünmeye başladığım sırada olaydan tamamen koptuğumu fak ettim. Uzun boylu sınıf arkadaşımın gözlerinin içine baktım, garip bir şeyler vardı. O zamana kadar övündüğüm aklımda bir dalgalanma olmuştu. Benimle dışarı gel komutunu itiraz etmeden almıştım. Bahçedeydik, gün ışığı yüzümüze vuruyordu, uzun boylu çocuğun gözlerinin rengini fark ediyordum övündüğüm dikkatime lanetler yağdırarak. Övündüğüm her şeye ne oluyordu anlamamıştım. O sevimsiz kızın sorduğu soru lanetli miydi?
Sence aşk nedir?...

* Siyah'a *

19 Kasım 2008 Çarşamba

2 KADIN… 2 KADEH… VE…

İki insanın bir araya gelmesi her zaman mucizevi değildir ama o iki insan kadınsa, dostsa ve birlikte içki içiyorlarsa en azından o anlar mucizevidir. Sohbette ortaya dökülenler samimiyet seccadesinden açılan bir kapıdır. Kapının nereye uzandığı sırdır, dört duvar ve iki bellek arasında kalacak. Kendini tatmin oyunlarına teslim edilmeyecek cümleler dizilir ardı ardına. Sorgulamanın en yanlış olduğu zamanlar doğru adımların belirsizliğini gizler içinde.

Her şeyin anlamsız geldiği anlarda şarap kadehleri tüm anlamı barındırır şeffaf ve sert varlıklarında. Boğazdan kayan yudumlarda kendi hissiyatının farkındalığına ayılır insan damarlarda dolanan sarhoşluğa inat. Kadehler bir kere daha tokuşturulur birbirine, onu “neye içiyoruz?” çınlaması takip eder. Yıpranmış kadehler cevapla kendine gelir. Kendine gelmek bir nevi sarhoş olmaktır. Elden kayan kadehin parçalanmasıyla bir yerler sızlar. Burnun sızladığı hayretle karşılanır, düşlere eşlik eden pembe pijamayla. Kadehten arta kalan ruj, düşlere bulaşır sevilen adam öpülürken. Uyanıldığında hatırlanmaz.

Sabahın köründe uyanmak için değil uyumak için mücadele verilir, kedinin miyavlamasına ve annenin sitemlerine rağmen. Bir günün nerede bittiği ve nerede yeni günün başladığı belirsizdir. Geçmişle geleceğin birbirinde gizlendiği ve birbirini gizlediği gibi. Yağmur damlaları rüyandaki gibi çarpmaz gerçek varlığına. Düşlerin mi sensindir yoksa gözlerini açtığın günler mi sensindir sorusunun cevabı asılıdır, kapının eşiğinde dua niyetine. Bilinmezlik seni korur, inanamazsın.

İnanamadığına hayran olur kadın ve kendini bir deniz kenarında bulur. İnanamamakla hayran olmak kol kola girmiş iki sıkı dosttur.

Ve içmek için her zaman bahane vardır. Hava kararır, yıldızlar parlar. Hadi içelim ve başa saralım. Belki yeniden aşık oluruz!

12 Kasım 2008 Çarşamba

Adı konamamış flörtler…

Kendi kendime replikler yazıyorum. O kadar alışık değilim ki, konuşamıyorum… Tanımı olmayan bir şeyi henüz kendime anlatamıyorken bir başkasına anlatmak.. hatta ona anlatmak…

Sorular var beynimde birbirini kovalayan, başlıyorum… zamansız mı? Zamansızsa neden şimdi? Peki ya zaman.. zaman nedir?
Derken zaman ağırlığını koyuyor üzerime, saniyeler dakikaları kovalıyor bir telaş var sanki onda da ve zaman kazanıyor, ben saatler sonra yine başa dönüyorum…

Zaman paradoksunu bir yana bırakıp asıl mevzuuyla çarpışıyorum, neden O? İşte en manasız ve de bir o kadar manalı soru cümlesi… Sıralamalarım başlıyor; çünkü boşluktayım! Cevabımla öne geçtiğimi düşünüp rahatlayacakken sorularım atağa kalkıyor, tamam da neden O?

Dünyada milyonlarca adam varken, neden O? Dur diyorum kendime, sakin, sen bulursun buna da bir cevap, gecikmiyorum. Kendimden emin, çünkü diyorum basitçe, ilgili adam, bakışı, tavrı.. ardı ardına sıralayacakken yine içimdeki soru işareti baskın; her ilgilenenle aynı yani? Bu alay içimde düğüm oluyor, yutkunuyorum…

Yeter! diye haykırmak istiyorum! Tamam, kabul! Evet, O! O, çünkü ben öyle istiyorum. İçimde pırpır etmeyi unutmuş olan uyandı! Yüreğim telaşlı, utanmıyorum! Midem ağrıyor, utanmıyorum! Kimmiş, neymiş sorgulamak da istemiyorum ve yine utanmıyorum! Yarını düşünmeden bugünü yaşamak istiyorum, onunla paylaşmak istiyorum! Sonucu mu? Umurumda değil anladın mı, hem de hiç olmadığı kadar umurumda değil!

... konuşamıyorum sadece yutkunuyorum… Kendi kendime replikler yazıyorum, o kadar alışık değilim ki, konuşamıyorum…

*celine*

...

Yoğun düşlü bir gecenin sabahına uyandım. Sen yoksun… Daha önce olmadığın bin günler gibi. İnsan her şeyi tüketebiliyor, kendini bile. En tükenmiş olduğun anda dahi gerçek olanı, sevgiyi hissediyorsun, bir tek onu tüketemiyorsun işte. Bir kere sevdinmi o hastalık hiç peşini bırakmıyor. Yamulmuş teneke kutular gibi sürükleniyor. Sen yaşadıkça sesi geliyor ardından, tangur tungur…

Bugün o ses o kadar şiddetli ki! Ancak hıçkırıklarım duymamı engelleyebilir. Ağlamak için sığınabileceğim bir sen yok. Yokluğunda kendime sığınmayı, ağlamak istediğimde karanlık sinema salonlarından medet ummayı öğrendim. Göz yaşlarımla sana aldığım tişörtleri değil en kaliteli sinemaların kırmızı kumaşlı koltuklarını ıslattım.


Dünyanın neresinde, hangi coğrafyada atarsa atsın kalbin beni hep seveceksin. Biliyorum! Benim cesaretim var senin söyleyemediğini söylemeye. Ben… bugün… seni özledim sevgilim… Özledim!

14 Ekim 2008 Salı

YAZ-MAK

Rüzgarınız çarpıyor yüzüme. Kahretsin yazamıyorum.

Tek istediğim yazabilmek aslında, şu an ne yazacağımın bile önemi yok ama kayboluyor dokunduğum anda harfler. Korkuyorum. Üşümek istiyor terliyorum. Ağlamak istiyor evet ağlayamıyorum. Bildiniz. Paragrafın girişinden belli nasıl devam edeceği. En basit insani yanımı göremiyorum. Korkmaktan başka çarem yok. Korkuyorum. Acizliğimi kanıtlamak için bir çaba bu. Hayır, artık üzülmüyorum. Biliyorum.

İnsanın anlatacak bir hikayesinin olmaması ne kötü. Doğum sancılarıyla kıvransam da şimdi, hiç yaratamadığım çocuklarıma kuracak cümlelerim yok. Belki bir gün bir çocuğum olur ve onunla birlikte ağlarım tüm ağlanmamışlıklarıma.

Zamanı ipe dizdim seyre dalıyorum her gün. Bazen yaşlı bir teyze geliyor, kapıyor zamanı elimden, çekiyor tespih niyetine. Kendi zamanı yetmiyormuş gibi benim zamanımı çekiyor parmakları; ince, büzüşmüş parmakları. Dudağında hiç bilmediğim bir dilde dua oluyorum. Doğmamış çocuklarım bağırıyor o dilde “Yaz” “YAZ” diye. Anlayamıyorum. Anlamıyor, yazamıyorum. Ben yazamadıkça mevsimler değişiyor. Sonbahar yapraklarının kokusu siniyor saçlarıma. Önce kuruyor sonra dökülüyor saçlarım yapraklar gibi. Kafam ağaç dalı, titriyor.

12 Ekim 2008 Pazar

"My Life Without Me" – buruk bir gülümseme












Pek tabii her girdiğimiz yaşın en önemlimiz olduğunu zannetme lüksüne sahibiz. Liseyi bitirmeden öncesinden beri hiç büyümemişseniz ve yaşınız otuzu zorlamaya başladıysa ve bazen neyse diyemiyorsanız işte o yaştasınız. En önemli yaşınızda. O yaşta düşünmeye de vaktiniz varsa, var olmak ve yok olmak üzerine beyninize yüzlerce kelime yığılır. Sizden öncekilerin kestikleri ahkamların bulandırdığı suda size ait olanı ararsınız. Dünya tesadüfleri ile düşünmeye vakit bırakmayacak hızda ve aniden dönmeye başlamışsa sizden habersiz, Ann’in yaşadığı gibi, erken gelen ölüm bir fırsattır belki de. Hızlı olmak zorundasınızdır, fark ettiklerinizin canınızı yakmaması gerekir, merak etmek ise tam anlamıyla bir saçmalıktır ve evet o adamla sevişilmelidir. Artık kime arzuyla bakacaksanız Ann’in baktığı gibi onunla sevişeceksiniz, suçluluk falan da duymayacaksınız, temiz iş yani. Ann ölmeyecek olsaydı ve o çekici adamı aynı derecede arzulasaydı nasıl hareket ederdi acaba diye düşündüm ben, karakterin güçlü bir kadın olduğu inancını taşıyarak. Merak ediyorum, sinemanın işi de bu değil mi zaten? Sinema işini yapıyor fakat ben arınamıyorum çünkü bu filmin işi benim merak ettiğime cevap vermek değil, yani anlatmak istediği… Bu film merak ettirtmiyor her şeyi veriyor ve izleyicisine bir zahmet sorgulayınız diyor. İnsanlarda ayrıntılı olarak düşünmeye üşendikleriyle beyaz perdede karşılaştıklarında takındıkları hayranlığı takınıyorlar haliyle.

Filmin hiçbir karesinde ağladığımı söyleyemeyeceğim ama filmin sonunda yüzümde buruk bir gülümseme vardı bunu fark ettim. Sanırım Ann’in öldüğü an hissettiklerini görünür kılan bir ifadeydi. Ve ağlamamışlığımın geçici sebepleri var buraya sıralamak istemeyeceğim.

“Düşünüyorum öyleyse varım” içim rahatlığıyla yaşıyorsanız hayatı, siz orada kalın biz bir ara geleceğiz.

KISSADAN HİSSE MEVZUU

“Bir yağmur yağıyor içimde, şimdi. Aralık ayı gelsin diye dolunayla sohbetteyim geceleri, sınırlı günümüz var. Nergis kokusunu duymalıyım diyorum, ciğerlerim patlayana kadar içime çekmeliyim. Bu yağmuru ancak o dindirir.”

Her yağmur diner de izi kalır be gülüm, diye başlayan bir cümlenin devamını okumak istemem normalde ama belki değerli birinin elinden çıkmıştır diye de sonuna kadar gitmek isterim. Önyargılarımı sürüklerim, yol arkadaşı ederim gözlerime. Her satırda biraz daha ağırlaşır gözlerim değil, önyargılarım.

Bir çok şeyden arınmak isteriz ya seneler geçtikçe, biz büyüdükçe. Kocaman cümlelerimize esir ettikçe başka bedenleri, yürekleri; artar ağırlığımız da. O sıra önyargılarımız modern aklımıza gelmez. Ağırlık artar sorgulayamayız. Sonra günlerden bir gün; ama masallardaki gibi bir gün değildir elbet o gün, köşe başından çıkıverir biri ve size şöyle der; BEN, O DEĞİLİM! Suratınızda nasıl yani suskunluğuyla bakakalırsınız. Eziyet o an başlamamıştır aslında, hissedilen gerçeklikle bağlantılı olsa da “aman tanrım terk edildim” saçmalığından başka bir şey değildir. Yolda dökülen gözyaşları, otobüstekilerin delici ve artık üzgün bakamayan ama hatırlamaya çalıştıklarını belli eden kaçamak -mış gibi bakışları eşlik eder size ineceğiniz durağa kadar. Olayı biraz daha abartılı yaşamayı seven tiplerdenseniz eğer ineceğiniz durağa kadar dayanamaz ve birden atarsınız kendinizi arabadan. Yürürsünüz… Ne acıdır o yaşadığınız, anlatmaya çalışsanız anlatamazsınızdır. En iyisi nefes alın, şöyle derin derin. Gerçekler eve varıp odaya kapandıktan sonra başlar. Zira gerçek insanın kendi beyninde yarattıklarını fark etmeye başlayıp onlarla mücadeleye giriştiğinde yüzünü gösterir.

Kör kuyularda merdivensiz mi kalmış benim kuzucuğum nağmeli anne ezgilerine katlanamaz en adam yanınız da biraz daha susarsınız. Ama anneniz hep yanınızdadır, sizi hiç bırakmaz, bilirsiniz. Önce biraz dengesizleşip, her şeyi değersizleştirip yıprattıktan sonra birden ayıverirsiniz. Bu kaçamak bir ayma veya insanlığın kenarından sıyırarak düzlüğe çıkma gibi bir durum değildir, en azından bizim siz diye nitelendirdiğimiz karakterimiz için. Gerçi bu karaktere baştan tepkiliymişiz gibi bir izlenim yaratmış olsak da ilerlememizin bize göstermiş olduğu gerçeği fark ettiğimizi umuyorum. Acımış olabiliriz, evet.

Karakterimizin uyandığı gerçek şudur. “Ulan her şeyi ben yaratmışım aslında, o diye bir şey yokmuş da o benmişim, yani o olan benimmiş.” Bu karmaşa biraz daha devam ettikten sonra karakterimiz tamamen arınıyor ve normal hayatın akışında rastlıyoruz kendisine fakat bu sefer tecrübeli, görmüş geçirmiş bir adam olarak. Misal bir bar taburesinde. Yanında başka adamlar, belki yanlarına sonradan eklenecek, eh işte güzel sayılabilecek hatunlar. Yaşamış, görmüş, aymış haliyle ahkamlar kesecek, sigarasını bir başka yakacak, bir başka beğenilecek kadınlar tarafından artık. Aslında o benmişim de o işte benim yarattığımmış… falan diye devam edecek…

Sonra günlerden gene bir gün bir çöküş gerçekleşecek ya böyleyse ya şöyleyse diye devam edecek kendine kurduğu cümleler. “Aşk acısıydı ulan bu, şimdi yaşadığım ne öyleyse?” diyecek. Sensin evladım, gerçek ayman şu anda gerçekleşiyor diyeceğiz, biz başka ahkamlar kesen insanlar. Gerçeklikten bu kadar bahsedip gerçekliğe varamayan satırlar dizen insanlar olarak başta bahsettiğimiz önyargı konusundan koptuğumuz zannedilecek, kopmadığımıza bağlayacağız.

Asıl amaç kıssadan hisse çıkarmaksa bir metinden buyurun buradan bizim kıssadan hissemize… En düz haliyle… Önyargılar her zaman negatif yöndedir zannedilir ya, öyle değildir aslında. Önyargı bir kendini kandırma sanatıdır, iyisi de olur kötüsü de. Sonradan o sanat kanırtır bir yanlarınızı her halükarda da; ama ne demişler “Her şey geçer”…

*Eğer bir gazeteci olsaydım yazdığım metine hiç uymayan başlığım nedeniyle kendimi suçlu hissederdim, iş ahlakımı falan sorgulardım. Allahtan gazeteci falan değilim de böyle ayrıntılarla uğraşmak durumunda kalmıyorum.

ŞEHİR-İ İZMİR


Git artık diye bağırıyor şehrim bana. Kusmak istiyor beni, bir şekilde içinden atmak.

Bir çok sokağını yıprattım senelerle birlikte, anılar biriktirdim biraz da insan. Boyadım, yazdım, karaladım, istemeyerek sildim bazen. Kaldırımlarında ıslanırken reddettim büyümeyi gene de büyüdüm. Büyümenin en kötü yanı, aslında hiç çocuk olamadığını fark etmek, istemeyerek öğrendim. İyot kokusu burnumda tuttum sevgilinin elini, turuncu gökyüzü eşliğinde. Yamalı asfaltlı ara sokaklarında dizimi yaralarken öğrendim ağlamayı ve lanet olsun, kaybolduğumda saptığım bir çıkmaz sokağında unuttum ağlamayı. Düşmeyi, tekrar ayağa kalkmayı, yaralardaki kabukları kurutmayı ve kabuğu hemen koparmayı, yarayı taze tutmayı onda yaşadım. Terliğimin tekini onda kaybettim ve eşi benzeri olmayan terlikleri gene onda buldum. Koştum koştum, onda terledim, üzerine su içtim. Onda vız geldi bütün hastalıklar, onda ateşten yataklara düştüm. Tüm gizli hikayelerimi annemin eliyle onda yazdım. İmbatında dalgalanırken kumral saçlarım kokum sindi ona, ilk defa körfezinde gördüm gözlerimin rengini. Onda kırıldı gözlük camlarım, onunla topladım parçaları. Onda öldüm ve onda dirildim yeniden. Ben o oldum ona beni kattım. Yaşlanmadım an’lar biriktirdim.

Ve en acı yanı bu şehirden bir gün, kısa süreliğine ayrıldım. Kendimi ona, oraya ait hissetmeyerek geri döndüm. Hiçbir yere ait değildim, belki kendime bile… Bunu ondan gizleyememişim. Şimdi beni kusmak istiyor. Biliyor aslında! Benden daha çok farkında sıkışmışlığımın ve anılarımdan kurtulamamamın ağırlığının. Geçmişimde yol veriyor artık bana, insani tatmin olma yanım bir türlü tatmin olamıyor. Gidemiyorum! Kurtulmak en çok istediğim, kabul edemediğimse kaçıyor olarak nitelendirilmek. Ama şehrim beni kusuyor, şimdilik yavaş yavaş… Benim bir çok parkına kustuğum gibi o da beni…

Bir gün tamamen atmış olacak, az kaldı, biliyorum. Hazırım aslında! Bir gün geri döneceğimin verdiği rahatlıkla, beni kusmasına izin veriyorum. İkimizde acı çekmeden olsa keşke! Mümkün değil… Şehrim son kez şunu fısıldıyor bana “ acı çekeceksin ki keyif aydınlansın”.

Bir gün tekrar geleceğim, beni turuncu gökyüzüyle karşılayacak eminim. Benim de bir sürprizim olur belki, elimde O’nun elleri…