28 Kasım 2009 Cumartesi

HANİ!...

Hani… Böyle günler geceleri kovalar ya… Onun gibi belki de… Ya da hani… Bir şehir, seni çağırırda gidersin ya ardından, sonucunun ne olacağını bilirmiş gibi… Ama bilmezsin ya hiçbir şey… İşte belki de onun gibi…

Nasıl anlatsam; sonucu ezbere okuyacakken, sonuç ezberi bozar gibi… Koşarak gittiğin yerden kaçmak gibi, evet!.. Her bulduğunu sandığında kendine çelme takar gibi… Benim O’nu baştan bildiğim ama O’nun beni öylece inkar ettiği gibi… Anladın mı?.. Hani!.. Kaçmak istemek ama her defasında geçmişe gömülmek gibi…

Nasıl anlatsam; zor gibi… Hani coşkuyla koşarsın ya, koştukça sen, geçmişin satır arasından fasit bir kapı aralanır gibi… Bir şey yapsan olacak ama o bir şeyi, bir sürü şeye bulamış gibi… Lekelerin içinde renk aramak, o şarkıyı bir kere daha dinlemek, korkunla ağlayarak-gülerek sevişmek, zor da olsa kendine katlanmak, sığınmak isteyip ona, sığınma der gibi…

Hani sussan olacak; ama susamadığın gibi…

Sanırım, bir dilek tutmak ve o dileği tuttuğun anda salıp, unutmak gibi… Ya da bir çocuğun büyümeye olan öfkesini oyuncaklarına sakladığı gibi… Hani, kaçmak için koşmak değil de dizini parçalayacağını bilerek, inadına koşmak gibi…

Hani, kalp çarpıntısı gibi durmadan küt küt atan şehrin, bilindik, esrik rüzgarı yüzüne çarpar da seni gülümsetir gibi… Seni, bilmeden, şaşkınlığıyla gülümseten o kocaman ama çocuk adam gibi… Aynı zamanda hem sevdiğin hem nefret ettiğin gibi… Bilmiyorum deyip, bal gibi bildiğin gibi… Hani, duvarında yer etmiş saatin içinde akrep değil de at koşar gibi… Nerede bulacağın avucunun içinde yazar, sen avucunu sımsıkı kapar gibi… Hiç kimseyi yormak istemezken, yorar ve yorulur gibi… Suçluluk gibi ama aynı zamanda arınmak gibi… Bilemedim… Belki de inandığını savunurken öfkeli bir saçmalığa bürünmek gibi… Hani, aynı zamanda hem onurlu olmak hem de gururun yerlerde süründüğü gibi…


Ne bileyim? Benim gibi…Senin gibi işte… Ya da şöyle daha iyi; insan gibi…

Hani!..

Ne bileyim? Belki de benim anlatmaya çalışıp anlatamadığım gibi… Ama gene de senin anladığın gibi…

23 Ağustos 2009 Pazar

INTO THE WİLD…

Bu bir film eleştirisi değildir… Bilmelisiniz… Sadece üç gündür, bir kitaptan (Jon Krakauer) Sean Penn tarafından görsel hazza dönüştürülen adına film denen şeyin etkisinden kurtulamamamın yarattığı birkaç kelam etme isteğidir.

Korkuyorum… Çünkü aklımda dönüp dolananları tam anlamıyla anlatmayı beceremeyeceğim Ama yine de yazacağım.



Uyarlamalar genelde kitabı okuyanlar için tehlikelidir. Her okuyan kendine göre en iyisini canlandırır kendi beyazperdesinde. Kitabı okuyan ve daha sonra filmi izleyen birinin yorumları elbette farklı olacaktır ama ben kitabı okumayan kesimden olduğum için sadece film üzerinden gideceğim.

Bu bir özgürlük masalı… Sanırım masal doğru kelime, Chris McCandless’ın gerçek olamayacak şekilde yaşadığı hayatının hikayesi çünkü.

Film Lord Byron’dan bir alıntıyla başlıyor.

"Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır;
mutluluk bomboş sahillerdeki coşkudadır;
insan elinin değmediği bir yerdedir;
denizin diplerinde ve gürlemesindedir;
insanları severim,
ama doğayı daha çok severim..."

Doğru bir seçim, filmin ne anlatacağının sinyallerini vermesi adına. Daha ilk kareyle, karanlık ekranda beliren beyaz yazıyla, etkilenmeye başlıyor insan. Evet ben bir insanım… Ve bu filmin yolculuğuna hazırım. Bu yolculukta izleyicilere Eddie Vedder’ın o etkileyici sesi de eşlik ediyor.

McCandless üniversiteyi yeni bitiren bir genç adam, yaşadığı hayat istediği hayat değil. Can Yücel’in de dediği gibi “Başka türlü bir şey -onun- istediği”… Ebeveynlerinin kavgayla örülü ilişkilerinin ve insanların evrende, doğada ne için var olduğunu unutmalarının Chris’de yarattığı öfke; kaçmak, özgürleşmek isteğini doğuruyor. Her zaman farklı olan bu genç adam okulunu bitirir bitirmez kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor. Arabasını bir çölde bırakıyor, bankadaki parasını bir yardım kuruluşuna bağışlıyor, cebindeki paralarını ise yakıyor. Kimliğini ortadan kaldırıyor ve kendine yeni bir isim, soyisim uyduruyor. O artık Alexander Supertremp, kendine süperberduş’luğu uygun gören bir gezgin. Amacı ise sadece Alaska’ya gitmek…. Ne aşk ne sorumluluk ne de başka bir şey umurunda, sadece gitmek sadece özgür hissetmek, insan olduğunu hissetmek…

Bu, bir çeşit kaçış tabii, kabul edemediklerinden kaçmak ve bir çeşit arınmayı gerçekleştirmek. Belki “affetmeyi” öğrenmek. Supertremp’in iki senelik ve ölümle sonlanan yolculuğunda insanı delirtecek kadar mutlu edecek zamanlar olduğu gibi bu kadarı da tamamen hastalıklı bir durum dedirten zamanlar da olabilir. Lakin ben Chris’in psikolojik ağır bir problemi olduğunu düşünmüyorum o da hepimiz gibi nevrotik bir hayvan sadece.

Manyakça coşmuş bir nehri kanoyla geçip Meksika’ya kadar gitmeye çalışan bir adam cesur değil midir? İşte bu cesaret ne istediğini bilmenin ve yaşamı hissetme isteğinin getirdiği bir cesarettir. Filmin, karakterin en etkileyici noktalarından biri de bu cesaret . Ama geçmişinden tiksinen bir adamın cesareti. Muhtemelen Chris babasının metresi olan bir kadından doğan bir çocuk olmasaydı ve hırs annesinin ve babasının arasında sürekli bir çekişmeye neden olmamış olsaydı, o, böyle bir yolu tercih etmeyecekti. Belki de edecekti, kim bilebilir ki!

Chris’in otostopla devam eden yolculuğunda karşısına çıkan bazı insanlar onun hayatında önemli yer ediniyor ama buradaki bağlılık sahiplenme kavramını içinde barındırmayan gönülden bir bağlılık. Bu noktada tasavvufi bir yönde kazanıyor karakter. En son evinde kaldığı yaşlı adama “Tanrı her yerde, etrafında gördüğün her şeyde, her şeyin bir parçasında, insanlar hayata bakışını değiştirmeli.” dediğinde bu yön bir kuble daha belirginleşiyor.



Alaska da bulduğu bir otobüste hayatını geçirmeye başlıyor Chris, istediği yerde, keyfediyor. Fakat bu keyif çok uzun sürmüyor yiyecek bulmakta zorluk çekiyor ve gittikçe zayıflıyor. Üzerine geçtiği yerleri kazıyarak resmettiği kemerini gittikçe daraltmak zorunda kalıyor. Okuyor, yazıyor… Zayıflıyor… Zehirleniyor… Dönmesine az kala aklından geçenler – doğa, kitaplar, müzik, komşuma duyduğum sevgi, bunlar benim için mutluluk demek. Ve tabii bunlardan daha önemlisi bir eş bulmak ve belki de çocuklar. Bir erkeğin kalbi başka ne ister- bunlar Chris’in. İşte karakterin tartışmaya en meyil veren noktası. Ortak bir noktada buluşamayacağız ama bana kalırsa Chris bunları zaten biliyordu, sadece doğayı ve özgürlüğü, hesapsızlığı hissetmek istedi, o Alaska’ya ölmeye gitmemişti. Açlıktan saçmalamaya başladığından da değildi düşündükleri. Chris dönecekti, bunu daha oraya giderken biliyordu, sadece hedefine çok iyi kilitlendiği için bazı noktaları düşünemedi. O nehrin döneceği zaman delirmiş olabileceğini nereden bilebilirdi ki! Dönemedi… Dönemediği için de “mutluluk paylaşıldığında gerçektir” diye bir not aldı kitabının bir köşesine. Ve ölümünü bekledi, ölmeden az önce yüzünde beliren “O” ifade ve otobüsün girişine yazdığı notlar mutlu olduğuna inandırdı beni. Ve ebeveynlerini affettiğine… Gerçekte nasıldı McCandless’in yüzünün ifadesi bilemem ama Sean Penn’in görmek istediği ifade benim de hoşuma gitti. Heyecanlandım…

Belki de doğru kelime Duygulandım’dır…

O ne kadar mutlu olduğunu paylaşamadı mı sanıyorsunuz. Peki “Into The Wild” diye bir kitap neden yazıldı, neden böyle bir film çekildi, Chris neden sürekli not aldı?

……

Chris bulunduğunda 25 kiloydu, bir özgürlük yolcusunun hikayesi bu kadar hafif son buldu. Bizim payımıza da böyle bir hikayeyi izlemek düştü. Bir dağcı olan Jon Krakauer’e böyle bir hikayeyi kitaplaştırma heyecanı… Sean Penn’e ilk filminde böyle bir hikayeyi anlatma gururu… Emile Hirsch’e ise böyle bir karakteri canlandırma serüveni…

Bu hikaye paylaşıldıkça Chris mutluluğunu paylaşmış olacak…

10 Ağustos 2009 Pazartesi

YAZININ LANETİ

Nereden bilebilirdim?

Anlamsızca belki, mutlu olduğum bir gündü. İçimde çocukluktan kalma bir coşku vardı.
Coşkudan da mı korkacağız? Yok artık....


Önümde geçen sene yazdığım günlüğüm... Neden?

Tarih o günün ki ile aynı... Hayatımın en ilginç rastlantısı değil elbet.
Okuyorum... Okuyorum... Hatırlıyorum... Ama istemiyorum... Savıyorum... -dığımı sanıyorum...

Gece oluyor, uyku yok... Sabah oluyor uyku gelse artık fena olmaz.
Geliyor gibi yapıyor, düşlere dalıyorum. Dalmamışım meğer...

O tarihteki gibi hissediyorum...

O tarihte yazdıklarım şimdime siniyor, kendime kızıyorum...
Zaten ben bu hayatta en kolay kendime kızıyorum.

Geçen sene bu tarihte yazdıklarımın laneti çöküyor sabahıma, uyuyamıyorum.
Çekip gitmek istiyorum, içimdeki diğer bir kadın "nah gidersin" diyor. Nah'ı bir kenara
koyup "gidersin"i seçiyorum. Ve fakat nereye, nasıl gideceğimi düşünmem gerekiyor. "Nah" diyorum yüksek
sesle, düşünmeme gerek kalmıyor.

Gitmiyorum....

Ama bir gün gideceğim, biliyorum.

Ama bu gün, uyumasa hiç kimse, hepbirlikte uyumasak. Sadece bu gece... Yazının laneti geçene kadar...

Ben yine de bir gün gideceğim...

Biliyorum...

Tüm lanetlerimi o köşede bırakıp...

YANKI...

**Bir kadını sarhoş eden içtiği bir şişe şarap değil, giydiği topuklu ayakkabılardır.
Dışında kalan adamları sarhoş eden ise aslında kadehler dolusu içtikleri alkol değil, akıllarında yankılanan
topuk sesleridir.

Esra'ya

9 Ağustos 2009 Pazar

ZAMAN...

Bir sene önce bir gün aynaya baktım. Ve dudaklarım güzel göründüler bana...
Ve o an bitti her şey...

Ne üzüntüyü ne aşkı hatırlamıyordum.

Bir sene sonra bir gün tekrar aynaya baktım. Ve ellerimi gördüm...

Hem üzüntüyü hem aşkı yeniden hatırlıyordum.

Dudaklarımda eski bir kelam gibi -gelen'in- ismini sayıklıyordum.

**Ayşen'e

8 Ağustos 2009 Cumartesi

KATLANI...

** Uyumadan yaşayabilirim; ama düş görmeden asla... O zaman hayatı düşlerime benzetmelisiniz.

4 Ağustos 2009 Salı

NEREDEYDİNİZ

Bir zaman önce sizde beni sevmiştiniz.
İklimlerden ilkbahar, günlerden Salıydı
Gökte bilmediğimiz bir renk, siz ahenkliydiniz.
Dudaklarımızda hoş bir tebessüm, sesinizde öfkeliydiniz.
Ben ilkten razıydım her halinize, siz telaş içinde ürkektiniz.

Korkudan ağladığım gecelerde, neredeydiniz
İsminizi zikrettiğim gecelerde, neredeydiniz

Başım, omzunuza düşmek istediğinde, neredeydiniz
Ellerim tutmaz, kalbim öyle çarpmaz, o şarkı hiç susmaz olduğunda
Nerelerdeydiniz…

Şimdiki zamana bir kala siz beni sevemediniz.
İklimlerden sonbahar, günlerden herhangi biriydi
Yeryüzünde bilmediğim bir iç çekiş, siz çoktan yok idiniz
Çıplak ayaklarım size koşmaya hazır, siz tam tekmil gitmekteydiniz.

*Selini'ye

3 Ağustos 2009 Pazartesi

SEN'E...

Binlerce şiir içinde,
binlerce insan var.

Binlere insan içinde,
binlerce adam var.

Binlerce adam içinde,
binlerce kadın var.

Binlerce kadın içinde,
binlerce ben yok.

Bir ben içinde,
bir SEN çok...

*Asaf'a

12 Haziran 2009 Cuma

DÜŞLER!m

Hipnagojik halusinasyon evresini aşamadığım uykulardan uyanıyorum ve elimi atıp adi defterime uzanıyorum, yatağımın içinde kalemim.
Yüzde kaçını tutturabileceğimi bilmeden göremediğim düşlerimi yazmaya koyuluyorum. Bir çeşit yaşam belirtisi bir çeşit mezardan diriliş veya tam anlamıyla bir ölüm. Hayatımın G noktasında buluyorum kendimi, sürekli kabul etmediğim – ettiğim, karar veremediğim kandırmalarda.

Ve gördüğüm adamların hepsine “seni seviyorum” demek istiyorum . Ne demekse?

Uyanıyorum… Meğer sevemediğim için hiçbir adamı, seviyorum demek istiyorum. Yalnızım… Daha önce olmadığım kadar. Bir nedeni var. Çünkü “o” var. Sevmek insanın kursağında kalır mı? Kaldırmaya çalışıyorlar işte… Direniyorum, organlarım yer değiştiriyor sanki, içimden bir şey akıyor… Ona doğru… Lakin ben doğrunun ne olduğunu bilmiyorum. Korkmuyorum diyebiliyorum sadece. Ama köpekler gibi korkuyorum aslında. Utanmıyorum…

Uyuyorum ve yoksun… Uyanıyorum, daha beter yoksun… Tarihte bir dönem hissettiklerimi hissediyorum, midem… Zaten yoktun, nedir şimdi bu aklımı kaçırtacak kadar beni yağmalayan. Yoktun… Şimdi de yoksun, ben yalnızca biliyorum. Varsın… Kim bilir hangi cehennemde hangi geçmiş kadın için kahrediyorsun. Seviştiğin hiçbir kadın kaldıramıyor ruhundaki ağırlığı… Aslında orada yoksun.

Uyuyorum… Düşümdesin… Ölmüyorum… Hevesliyim… Büyüyorsun. İçimdesin… Büyüdükçe sen içimde, gitmen daha beter acıtacak canımı… Oysa ben sığınıyorum hissettiklerime. Gitmez isen, kazanacağım. Diğer seçenek ise daha öncekilerden farksız, yadırgamayacağım. Gitme…

Uyanıyorum, aklım sende, ellerim defterimde… Yoksun… Patolojik önyargılarla kaynadığımız şu hayatta, ben var isem sen de varsın. Sıyrıldım, ben oldum… Arın, sen ol! Var ol… Hayatımın merkezindeyim. Uyuyorum… Varlığın ile yokluğun arasında kendi düşlerimdeyim. Hayalim senin düşlerine dalmak. Bu gece tekrar deneyeceğim, senin düşlerini göreceğim. “Kapat artık” diyeceğim sana “o defteri”… Aynı boktan sayfada kalmışsın. Sen baktıkça temizlenmeyecek biliyorsun. Kin mi zannediyorsun?.. Beslediğin… Sadece korkuyorsun.

Senin ki yeni birini sevmekten korkmak, onun yerine birini koymak. Bilmiyor musun? Kimse kimsenin yerini doldurmak için varolmadı… Sen gibi…

İddiasız düşler görüyorum… Sayıklamıyorum. Yaşadığım her an’ımda varlıklarını hissettiren düşler…

Aklım sen de ya, düşlerim sen kokuyor… Düşlerimden yastığıma sen akıyor. Yavaş yavaş yayılıyorsun… Yatağım sen oluyor. Uyuyorum… Ölümü senin koynunda tadıyorum. Hayatım G-ırtlağımda düğümleniyor adına düş diyorlar. Yoksun…

Uyanıyorum… Elimde mürekkep lekesi… Düşlerimi temizliyorum…

12 Mayıs 2009 Salı

VE KADIN KONUŞUR…

Evet, özledim… Ama seni değil… Seni sevdiğim zamanları…

İçimde bir sevgi, yalnız… Çırpınmıyorum, ait olduğu var biliyorum… Hiç tanımadığım birini özlüyorum şimdi…

Sen gerçekten birilerinin özlenmediğine emin misin? Korkaklıktan gelen bir çeşit öfke değil mi sana bu cümleleri sarf ettiren? Seni iyi tanırım adamım, kokunu hala hatırlıyorum. Hiç görmediğim adımlarından tanırım seni… Dindir şu öfkeni, yoksa beceremeyeceksin… Hep bir yanın eksik kalacak bunu biliyorsun. İçinden kabullenmen bir şey ifade etmez. Kimse bilmez, yalnızca susarsın, sığındığını sandığın senin gücün değildir.

Hep bir yanın eksik kalacak, söyle bunu… Bağır hatta… Ne kadar güçsüz olduğunu görsün çevrendekiler. Anlat onlara neden böyle güçsüz olduğunu. Göreceksin… Benim sana bir türlü anlatamadıklarımı işte, o zaman… Her attığın adım kurtuluşun için bir çaba olmasın. Bir defa da gerçekten kaybetmek için adım at… Sen ol… Kaybet… Ve Arın şu öfkenden…

Birileri seni sevecek, sen de seveceksin… Hedeflerin olacak kocaman kocaman. Elde etmek için kendini bile unutacağın türden. Çocukların olacak birlikte yağlı boya tablo yaptığın. Güzel bir kadının olacak seni çalışırken seyreden. Ama… Zaman dönüp durdukça yaşlanacaksın, içinde hep bir yanın sızlayacak… Kabul et, özlediğini… İçindeki öfkeyi… Saçların döküldükçe sızlayacak, geçmeyecek… Daha kendine ait devam etmek için kabul et…

Hep bir yanın eksik kalacak…Yine öfkelisin… Öfkenin titreşimlerini hisseder gibiyim. Üzgünüm, seni öfkenle birlikte sevemedim… Sen de kendini sevemedin zaten…

Kendin için bir sürü şey yaptığını zannettin, ama yapmadın aslında, onlar bencilliğin için-di… Şimdi ilk defa kendin için bir şey yap ve kabul et…

Hep bir yanın eksik kalacak… Dindirmezsen şu öfkeni…

Ve kadın O adama sonsuza dek susar…

10 Nisan 2009 Cuma

ZAMANSIZ OLDU BİLİYORUM

* “Zamansız oldu biliyorum; ama ne zaman doğru zaman bilemezsin sen sevgili fani” diye bağırıyor içimdeki organlar. Ben de mi onlara bağırmalıyım? Bunu bilmiyorum. O kadar saygısız olmayacağıma eminim ama şunu söylemeliyim ben sizin yüzünüzden faniyim. Umarım bu gerçeği kaldırabilecek sağduyudasınızdır. Gerçi bunu söylemedim, hissedebilir misiniz? Aranızda dedikodu da yapıyorsunuzdur kesin. Kendime göre haddimi aştım o nedenle susmalıyım. Şimdi size görünür gerçeklerden bahsetsem ne kadar dayanabilirsiniz. Ben ne kadar susabilirim? Bunu düşünün.

* Zamansız oldu biliyorum; seni terk ettiğimi şu an söylememeliydim. Yoruldum, seni incitmek istemiyorum vs vs mavallarını okutmak istiyorum köşe başındaki okuma bilmeyen senin sevmediğin bakkala. Çok mu acımasız oldu? Ben yukarıdaki kadar kibar olamayacağım, üzgünüm. Acımasız olabilir evet, ama sen bunları duymayı hakkettin. Ağlamalısın bence, küçük bir kız çocuğu olmalısın karşımda ve ben senden bir kere daha nefret etmeliyim.

* Zamansız oldu biliyorum; yukarıdaki cümleleri hiç yazmamalıydım. Evet korkuyorum kendimden, olduğumdan ve bir türlü olamadığımı görmekten. Bu cümleleri yazanı sevmiyorum. Sevmek zorunda mıyım? Pek tabii kendine katlanmak zorundaymışsın gibi yaşayamazsın, böyle bir hayatı kendine layık görmemelisin ama ben de yoruldum aynı şeyleri içimden tekrarlamaktan. Alışmayacağım, kazanmayı planlıyorum. Biliyorum genç değilim ama en azından yaşamaktayım hala. Sırtımın ağrısından şikayet etmemeyi öğrendim mesela. Bu bir aşama mı? Ben değerlendirmeyeceğim. Kafam karışık, evetlerden bir demet ama neden demet.

** Zamansız olacak biliyorum; ama… Sağduyusuz bir orospu makyaj yapıyor ruhuma, boyuyor beni en basitinden. Peşkeş çekiyorum zorla, yaşamadığım zamanlara çocukluğumu. Ağlamak istiyor zırlıyorum, çalıyor göz yaşlarım sevmediğim bir melodide. Yorulmanın ne demek olduğunu ben biliyorum ama anlatamıyorum. İçimdeki küçük kız koşturuyor, ensesinde bir kelebek kanadı, çıkmıyor çıkamıyor bir ana yola. Bağırıyor olmayan bir köşenin başında simitçi “çıkmaz yol, çıkılmayan yollarım var” diye. Çıkmaz yollar yenmiyor, yenilemediği için sıçılamıyor. Kurtuluş yok yaşayacaksın bu bokla diye fısıldıyor hayat.

7 Nisan 2009 Salı

BİRİ SORAR... VE DİĞERİ CEVAP VERİR...

“Eğer kalbim sonsuza dek sevmeyecek kadar aşağılık olsaydı, dişlerimle parçalardım onu” Napoleon


Kapat çeneni diye bağırarak susturdum onu.

Ağlamaya başladı, işte buna hiç dayanamıyordum. Sessizce, omuzları titreyerek ağlıyordu. Her zaman ki gibi güzeldi hatta daha güzel. Dudakları pespembe. Yanına gidip dizlerimin üzerine çöktüm, baktım anlamına ve istedim onu. Delirebilirdim o an, onun için, gözyaşlarını içmek istedim kana kana. Benden nefret ettiğine emindim.

“Seni istiyorum” dedim fısıldayarak. Ağlamasını durdurdu ve başını bana döndürerek gözlerimin içine baktı. “Nasıl bir orospu çocuğusun sen” demesini beklerken “Seni Seviyorum” dedi bana. Ne biçim bir boyun eğiş? Nasıl bir şey kadın olmak?

Anlamadım…

Her zaman iyi sevişmiştik ama o gece başkaydı, bambaşka… Çünkü ben kadınımı anlamaya çalışmıştım en hayvani yanımla. Ve kadınım her halimle baştan kabul etmişti beni, sonsuza kadar. Ve o geceki inlemesi hala kulaklarımda. Çocuklarınıza ninni diye dinletmelisiniz kadınlarınızın o özel inlemelerini. Ve biz, hepimiz, erkekler, birer “orospu çocuğu”.

5 Nisan 2009 Pazar

SAYILARIN GİZEMİ



O gün canınız neyi isterse ona gizem yükleyebilirsiniz…

Ben uzun zamandır kendimi sayılara yakın hissettiğim için bu ara onlara gizem yüklemeye karar verdim. Elbette gizemle tanımlamak gerekmiyor hayatın içinde var olanları. Ama bu şekilde biraz daha eğlenceli ve bilinmezin çekiciliği ve uydurma, tesadüfler ve neden olmasın düşünesi…

Sayılarla maceramız çoğunlukla ilkokul sıralarında başlar. Öğrenme zorunluluğu… Neden 2, 1’den sonra geliyor hiç anlayamıyorum… Neden sayıları ezberliyorum neden o ezberlediğim sayıları birbirleriyle çarpıyorum bir de çok gerekliymiş gibi onları da ezberliyorum… Bölüyorum, topluyorum, sınanıyorum… Sayılar beni rahat bırakmıyor ben sayılardan ne istiyorum anlayamıyorum… Zorla ezberliyorum, okul bitiyor…

Ama sayılarla olan maceram bitmiyor. Çünkü eğitim hayatım devam ediyor… Bu noktada bir bilinmeyenli denklem yetmezmiş gibi iki hatta üç bilinmeyenlilerle muhatap olmak durumunda kalıyorum. Eğleniyorum… Hocam başımı okşuyor. Bir X’i bulmanın yarattığına bak, sevgi olarak geri dönüyor. Her bilinmeyeni bulduğumda sevileceğimi zannediyorum. Sonra, çocuk aklı işte dizimdeki yarayla koşarken bir topun peşinde, unutuyorum.

Unuttuğumu tekrar hatırladığımda bir bakmışım lise sıralarındayım. Aynı bilinmeyenler X; Y; Z ama bu sefer bulamıyorum. Kimsenin beni sevmediği yetmiyormuş gibi bir de üzerine cezalandırılıyorum… Gene bir sayı veriyorlar, hiç hoşuma gitmiyor. Zira 2’nin 1’den sonra gelen en küçük sayı olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. “X de ne karaktersizmiş, senelerdir sayısı değişiyor” diyorum, kimse aldırış etmiyor. Ben X’e 3’ü uygun görüyorum ve onu sevmeye başlıyorum. Aldırmazlarsa aldırmasınlar benim X’im artık karakterli ya ben rahat rahat dersleri ekebiliyorum. Okulun bahçesinde sayılardan uzak, ipe sapa gelmez konuşarak büyüyorum. Gülümsüyorum…

Ama sayılar yakamı bırakmıyor. Üniversite sınavı denen bir şey benliğimin kapılarını zorluyor. Sınanmanın iyi bir şey olduğunu zannettiriyorlar, önemsemiş gibi yapıp binlerce soruya gömülüyorum. Sorulardan sayılar ile ilgili olanları dinlenmek için kullanmaya başlıyorum. Sıkıldıkça bilinmeyenleri buluyorum, o açıdan girip bu hipotenüsten çıkıyorum, oynuyorum. Tabii ki sözel öğrencisiyim ve sayılarla dinlenmem aklı selim karşılanmıyor. Ben Pisagor’u o zaman sadece ismen biliyorum. Sınavları kazanamıyorum zira neden birileriyle yarışmak zorunda olduğumu anlayamıyorum. Ama muhtemelen sınavlar bana bir şey söylemeye çalışıyor çünkü ben her sınavda aynı puanı alıp Üniversite sınavından çakıyorum. Neden hep aynı puanı aldığımı anlamayıp, yılıp Su Ürünleri ismi verilmiş bir bölüme giriyorum. Sayılar gene peşimi bırakmıyor. En sevdiğim ders İstatistik oluyor, sayılarla oynamaya devam ediyorum. Kendimi kasmadığımdan en yüksek puanları ben alıyorum. Umursamadan bana verilen sayıların karşılığı olarak mezun oluyorum.

Sınanmayı anlayamayan ama sınanmaya doymayan biri olarak tekrar sınava giriyorum. Gene aynı Puan… “Bırak” diyorum kendime inatçı olduğumdan bırakamıyorum. Sonunda oluyor ve sayılar istediğim bölüme gireceğim sayılara basıyor. Ve evet istediğim bölümdeyim. Artık hayatımda sayılar olmayacak diyorum. Yanılıyorum…

Büyüdükçe hayattaki her şeye anlam yüklüyorum, sonra birileri gelip benim yüklediğim tüm anlamları yerle bir ediyor. Ben yeniden anlamlandırmaya çalışıyorum. Bu sırada doğum günlerim oluyor üzerinde yaşıma tekabül eden sayıda bir de mumları, üflüyorum. Dilekler tutuyorum. Seneler, aylar, günler sayılarla ifadelendiriliyor. Sayılar akıyor zaman geçiyor. Sayılar hayatın içinde bunu biliyorum ama hayatla sayılarla oynadığım gibi oynayamıyorum. Bir süre sayılardan kopuyorum işim cümlelerle… Anlamlarla oynuyorum, yaptığım şeyi seviyorum… Hayatla oynayamadığım için sözcüklerle oynuyorum. Seneler yaşadığım her şeyi bilinçdışıma tepiyor. Bilinçdışım mucizevi hafızasıyla aynı tarihlerde beynimi bulandırıyor. Sayılar bilinçdışımı da hakimiyeti altına alıyor, aldırış edemiyorum.

Bir gün gazetenin birinin bulmaca ekinde sayılı bir bulmaca görüyorum, kendimi ona bakmaktan alamıyorum. Adına Sudoku diyorlar. İlk defa bir şey için yerlerde debeleniyorum, sonunda kendi yöntemimi geliştiriyorum. Beynimin bana oynadığı tüm oyunlardan sıyrılıyorum, Sudoku çözüyorum. Sayılar bir şekilde hayatıma gene giriyor ben gene oynuyorum. Sayılar bana hayatın bir oyun olduğunu anlatmaya çalışıyor, inanamıyorum. Hayatımda belli sayıların sık sık karşıma çıktığına dikkat ediyorum, ilgilenmiyorum. O kadar tesadüf oluyor ki görmeden edemiyorum, ilgileniyorum…

Bazı sayıların benim hayatımda önemli rolü varken hayatıma giren insanlarla ilgili de belli sayıların öne çıktığını hayretle karşılıyorum. Pisagor sayıların anlamı vardır diyor ve açıklıyor. Belli kültürler sayıların gücüne inanıyor, bütün dinler de belli sayılar öne çıkıyor ve hepsi anlamlandırılıyor. Ben fazla yanılmadığıma inanıyorum. Ve evet sayılar gizemlidir diyorum. Bu gün gizemli olduğuna inanmak istiyorum. Çünkü hayatta var olan her şeyin bir anlamı olduğuna inanıyorum, inanmak istiyorum.

Ben hazan mevsiminde bir ayın 25’inde doğdum hem de yalnız başıma değil. Ve 25 sayısı benim hayatımda karşıma çıkmaya devam ediyor. 25 yaşımdayken hayatım için önemli olan bir karar veriyorum. Canım acıyor ama hayatım değişiyor, pişman olmuyorum. Hiçbir şeyi bilinçli yapmıyorum geçen zaman bana dikkatli olmamı emrediyor. Mecburen oluyorum… 25… Daha ne gizemleri barındırıyor kim bilir içinde?.. Bilmiyorum… Ama gerektiğinde bileceğim bunu biliyorum.

Kendi gizeminizi çözememiş olabilirsiniz ama en azından hayatınızdaki sayının gizemini çözün derim ben. Hayatta yaşadığımız her şey bizi yaşayacağımız başka bir şeye hazırlar. Belki “O” sayı sizi birine hazırlıyordur.

Neden olmasın?...

19 Mart 2009 Perşembe

ASAF!IN KÜÇÜK BİR ŞİİRİ ÜZERİNE...


“Kendisinden uzak kalmış olanlar çok bağırır”


Ö.A


Neden beni umursayan kimse yok?..

Önce mevsimlerle barışmayı öğrendim ben… Sonra en sevmediğim müzikte bile bir şey bulabileceğimi keşfettim… Beni sığlığıyla öfkelendirebildiğini… Öfkeme bile sahip çıktım…

Bir gün, en acı çeken yanımdan şikayet ederken buldum kendimi… Ve bir süre sonra acıma sığındım, “sen bana aitsin” dedim. Kendimi sevdim, hissettiklerimi sevdim… Daha neler neler sevdim ve neler neler sevmek istedim de izin vermediler. Sadece bencilliklerine sahip çıktıkları için, izin veremediler… Farkında değillerdi… Ben de kızmamayı öğrendim…

Bir gün, herkesi affedebildiğimi ama kendimi affedemediğimi fark ettim… Ben daha değersiz değildim… Lanetlerimi yaladım, tükürdüğüm beyaz sayfalarımdan… Ve kendimi affetmeyi öğrendim…

Başkalarında kaybolarak, onlarda kendimi bulmayı öğrendim…

Büyürken çocuk olmayı, yeni oyunlar keşfederek hayata dahil olmayı…


Neden beni umursamayan herkes bağırıyor?..

Bencillik ile ben-cilik arasındaki fark… Bencil olan insanlar kendilerinden çok uzağa düşüyorlar farkında olmadan. Hep savundukları aslında kendileri değil, bilmiyorlar… Onlar acımayı tercih ediyorlar, bağırarak. Ben ise onlar olmayı… Hiç bilemedikleri bir öfkeyi taşıyorlar boyunlarında değerli bir taş-mış gibi… Ağlamak erdemine eremiyorlar. Sahip olmayı “bir” “şey” sanıyorlar. Oysa kendilerini bulamıyorlar… Aramıyorlar… Sahip olunacak tek şeyin “kendi”leri olduğunu es geçiyorlar… Başka bedenlerde benlik taslıyorlar… Anlıyorum… Anlayışlıyorum… Üzülüyorum belki, ama değmez demiyorum… Öğreniyorum, diyorum…

Onların diyemediklerini de onlar adına diyorum… Yoruluyorum… Lakin şikayet etmiyorum…

Kendilerini umursamayan insanların çığlıkları duyduğum. Onlar adına sağır olmayı diliyorum. Barışamadıkları kendilerine susuyorum… Üşüdüklerinin farkında değiller. Kaptırıp gidilen yol, yol değil… Girdap, kendi içlerinde dönüp durDUKları… Korkularından tiksinerek bağırıyorlar. Ve beni umursamayacaklar… Neden mi? KAYBOLDULAR DA ONDAN…

Asaf ve gibileri susuyor en savunmasız köşelerinden, belki bir yudum “gelme” bekledikleri…

26 Şubat 2009 Perşembe

PLATON - İK DEĞİL PLANKTON - İK AŞK!..

Biraz sonra hiç duymadığınız gerçeklerle yüzleştireceğim sizi… Şaşkınlıktan deliye dönmeyeceksiniz. Önceden uyarmalıyım… Bana kızmaya hakkınız olmamalı…

Hayatın bize tesadüfleriyle yaptırdığı, farkında olmadığımız lakin aniden aklımızın bir duvar dibinde sonuçlanıveren araştırmasının sonucudur anlatacaklarım…

Ürkmemelisiniz… Zira hayatın anlamını vermeyeceğim ellerinize… Ne kadar cesur olduğumu fark etmişsinizdir. Yazının devamını okumama ihtimalinizi göze alarak açık yüreklilikle belirttim size gerçekleri…

Biz kim miyiz?

Biz, iki kadınız ama ben diğer kadını kaybettiğim (tıpta ex olmak diye kullanıldığı da görülmüştür) için tek kadın olarak devam etmekteyim ve bu önemli bilgiyi artık yalnız başıma taşıma ağırlığını kaldıramıyorum…

Artık başlamalıyım…


Bundan yüzyıllar öncesiydi… Çok uzaklardan olmasa da uzak olduğunu düşlediğimiz bir diyarda Platon adında sakallı olduğu muhtemel bir filozof yaşardı. Bu sakalı olduğu muhtemel olan filozofun adı aslında Eflatun idi. Lakin sakallının, neredeyse uzun olan sakalları kadar geniş olan omuzları, onun Platon adını almasına vesile olmuş idi. Gereksiz ayrıntı verdiğimi düşündüğünüzün farkındayım. Ama gerçekler hep gereksiz ayrıntılarda gizlidir… Bunu daha önce defalarca duyduğunuzdan eminim.

Neyse…

Bu kocaman olan omuzların kocaman olan bir gövdede olduğunu tahmin etmek güç değil tabii… Kocaman gövdede yerini alan organları sıralamak gibi bir niyetim yok… Üzerinde duracağımız organ kullandığımız başlıkla ilintili… İşte gerçekler…

Kocaman bir gövdede olan “kalp” kocaman olur öyle değil mi? Diğer organlara haksızlık da yapılmış olsa bu gövdede en büyük yere kalp sahiptir. En azından ben öyle uygun gördüğüm için…

Konudan sapmışım gibi görünmemeli ve Platonun idealar aleminin en yakın sokağından sapmalıyım. Çıkmaz sokak “idea”… Düşündüklerimden korkmuyorum… Siz, yorulmak bilmeyen platonik aşk savaşçıları devam edin… Gerçeğe ermek üzeresiniz… Ama kafam o kadar karışık ki… Bildiklerimi düzenli şekilde sıralamaya çalışırken eksik bırakacaklarımın peşimden gelmelerinden ve siz’den korkuyorum… Ya anlayamazsanız…

Aslında “platonik aşk” kavramında üzerinde durmak istediğim idealardır yani düşünce… Farklı bir evren bunu kabul ediyorum… Platon, gerçekte kocaman bir kalbi ifadelendirirken bahsetmek istediği düşünce ve gerçeklik evrenidir. Fakat platonik aşk gerçeklikle pek ilintili olamayan düşüncelerin yarattığı bir çeşit aşk modelidir. En azından şimdiye kadar öyle olduğunu zannediyordunuz… Ve ben bu modele inanmam… O nedenledir ki tanımlamayı araştırmalarla destekleyerek farklı yöne çekmekteyim. Tesadüflerin önemini yok saymamak koşulu ile…

Düşünce insanın var ettiğidir… İnkar edemem… Platonik aşk da insan denen canlıların kendi kendilerine icat ettikleri bir tanımlama değildir. Aslında bildiğimiz üzere platonik aşk tek taraflı hayal aleminde zerk eden bir aşk çeşidi değildir. En azından Platon’un anlatmak istediği bu değildir. Hatta hiç değildir… Peki neden değildir?.. Platon’a göre; ruhlar aleminde yaşanan aşk, gerçek alemde ruhların girdikleri bedenlerde eşlerini arama bekleyişidir. “Ey eş ruhum seni bulacağım” diyen karakterlere hayretler edilir… Bildikleriniz, aslında hiç bilmediklerinizin kanıtıdır. “Ah benim ki platonik, haberi bile yok” ızdırabı uzaktan duyulan fasit bir koku salar… Bu yalanın kokusudur… Uyanmalısınız… Platon öyle demedi… Kendinizi kandırmayın… O“planktonik aşk”…

Plankton’un ne olduğunu herkes bilmek zorunda değil elbet. Ben de yanlış tercihler ve mecburiyetler sonucunda öğrenmiştim gençken… Sonradan mecburiyetin tek faydasının “plankton” ile tanışıklığım olduğunu fark ettim.

Gerçekler her zaman bildiklerinizle sınırlı değildir. Peki plankton nedir? Duyuyorum birkaç meraklı kişi soruyor. Diğer çakallarda devamında açıklayacak hadi bakalım diyor. Bense kurduğum bağlantıya olduğum hayranlığımla planktonlardan habersiz keyif sürüyorum.

Velhasıl plankton; yaşayan bir canlıdır. Fakat bu canlı nerede yaşamaktadır? Sevgili canlı dostlarımız planktonlar, biz insan denenlerin çoğunlukla gözleriyle göremedikler canlılardır. Sebep mi? Pek tabii tek hücreli olmaları… Planktonlar, nehir gibi deniz gibi susal yerlerde var olan tek hücreleri ile barınırlar.

Platon bir gün memleketinin deniz kenarında eli sakalında düşünürken, sadece hisleriyle tek hücreli canlıların varlığını sezinler. Ve oradan oraya sürüklenen, kendi istemleriyle hareket edemeyen bu canlılara bir isim bulur… Amaçsız dolaşan anlamına gelen, Plankton…

İşte tam da o an da Platon “evreka” diye fısıldar ve Arşimet bağırarak dünyaya gelir. Planktonların amaçsızlığı devam ederken birilerinin aklına aşk düşer. Bu düşüş esnasında plakton değil de Platon nasibini alır ve işte büyük yalan buradan doğar… Platon şikayetçi planktonlar amaçsız birbirlerine katlanırlar. Zavallı insanlarda yanlış tanımladıklarıyla tek beden sev-iş-me-siz, ama bildiklerinin verdiği ahmak rahatlığıyla yaşarlar. Sev-meyi iş edinip sürekli şikayetlenirler…

Aslında benim söylemek istediğim şu; ben tanımlamalara inanmam. Nasıl tanımlandığı değil nasıl hissedildiği önemlidir. Ama illaki tanımlamak gerekiyor, şu meret hayatta ve hayatın komplesine yakınında yer alan aşk kavramını… O bildiğinizi sandığınıza ben planktonik aşk demeyi tercih ediyorum… Aslında doğru olduğunu biliyorum… Platon da yalan demez ya…



Son olarak Platon bu yazıya uygun olarak ne der diye düşünüyorum!..

İşte Platon bunu der; “Kişi yolu yürümedikçe, hakikat erişilemezdir.”

Yürüyünüz, yoksa planktonlar gibi oradan oraya sürükleneceksiniz… En son hatırladığınızda, en iyi haliyle, bir lam’ın üzerinde yatan size bakan tek ve kocaman bir göz olacak…

15 Şubat 2009 Pazar

HAYAT!..


GÜNDÜZ: KIRMIZI ŞARAP TADINDA HAYAT


Uyanılır… Gecenin hüznü göz kapaklarından okunur. Görülen düşler kurgulanan hayattan izler taşır. Bir huzur… Kısa süreli… “Bir tiyatro oyunu yazılmış, tek kişilik ve istihza dolu” Samimi gülüşler ve sıradan önyargılar…

Yağan yağmurda sokakları arşınlamayı sadece istemek. Bir, iki, üç… Yarım kalmış bir şarap şişesi… Eski bir dost, önceden defalarca içilmiş orospu sigaralar… Ağızlarda yıllanmış kelamlar, gündüz sarhoşu… Hayatına girmiş ve çıkmış sayılı hayatlar… Ekleyemediklerine dökülen paçavra göz yaşları… Doğanın sen “insan”a isyanı…

Şimdi sarhoş bir gün… Ancak mor menekşe tadında kaldırılacak bu gün…

Sıradan terk edişler… Alışılmış… Soru sor!.. Ne kadar alışılmış?.. Cevap verme… Sarhoş günlere susmak yakışır… Ama biz hayata yakışmayız… Ama anları ölümsüz kılabiliriz… Bellek dediğin seni şaşırtır… Düşlerin kanıtıdır…

Rutin hayatın senden bekler, sunarsın… Zaman geçer… Sen neredesin?.. O’nun okuduğu bir kitapta sıradan bir sözcükte “sen” olmak istersin… İstemek hayatın yarısı… İnanmazsın… Sevişmek kutsaldır, yadırgarlar… Ağla… Kırmızı şaraba bulanmış hayatına ağlarsın… Büyüyememiş bir çocuğun isyankar hayal kırıklığı olursun…


Bu güne susmak yaraşır, yapamazsın… Çalan telefonlar sana konuşur…. Yıllanmış bir kedi… İstediğini veremeZsin… Susar… İncinirsin… Üç satır daha uzun olsa hayat, denersin…

Denemek bir çeşit yeniden doğum, inandırmalısın… Susarlar, konuşurlar aslında… Gitmekle, kalmak arasında dona kalırsın… Kişisel sorumlulukların cılız bedenine yığılır, kocaman bir adam olur, utanırsın…

Gene yağmur yağar gene bulutlar seni kovalar… Karışırsın… Hayat sen ona dahil olduğunda yaşar… Adın bir hayattır… Gene inanmazsın, inanamazsın…

Şehrimin günü çıldırıyor, gök gündüzünü geceye çeviriyor… Damlalar göz yaşlarıma karışıyor. Coğrafyam ben oluyor… Ağlıyoruz… Unuttuğumuz bir mendil gibi eski bir eşyanın arasından çıkıyorlar… Tanrı gülümsüyor… Belki alay… Belki gerçeğin bir çeşit sunumu… Bilinmiyor…

“Neden bu suskunluk…” diyor… Her halükarda yaşıyor olma erdemine eriyorsun, koşmaktan yorgun…

“Sessiz kalma…” İlk defa ilk hissettiğin gibi konuş… Zaman sana şaşırsın… Sen ona fake yap… Kazanan kim bilinmesin. Yavaştan gün rengini değiştirsin, izle… Gene değişeceğini bilmenin rahatlığına sahip olduğunu düşünme…

Gece, sana gelsin, yaşa… Ağır ve bir o kadar topuk sesi… Dumanlı ve iç içe…

GECE: LACİVERT BİR BULANIKLIK HAYAT


Gecenin hiç sevmediğin bir renge bürünmesi… Aklını inkar eden içindeki lanet kadın… Susmayacak belli… Kendine sağır olmak… Öğrenmek… Öğrenmeyi beklemek…

Tanıdık bir sesi kulaklarda duymak… “Mack The Knife”… Bitpazarında rastlanan Alman epizotlarına güncel bir sendimental gönderim… İSYAN İÇEREN… Anıları peşinden sürükleyen…

Müphem mi? İşte en sevdiğim… Şaşırma ihtimaline hayran olmak… Körlüğe yatkın göz yaşları… Gizli ve sıradan belki…

“Sana da yalan dersem benim doğrum kalmaz kadın” der, dost bir adam. Gece aydınlanır… Söylersin…

“Lacivertti bu gece ben hep mora boyamak istedim” derim… Gecenin eskimiş memur kıyafetlerini üzerinden sıyırmak isterim. Klavyeye dokunan mekanik ellerimi kullanarak el yazımı hayal ederim…

Dokunurum…

Hayal etmek geceyi sonlandırır. Uyunur… Düşlerin her günkü cenazeni kaldırır…

Doğarsın… Alacakaranlık, kuş sesleri ve Nefes…

5 Şubat 2009 Perşembe

O’NA…!

“Şimdi zamanı değil” diye tekrarlayıp durdu aklımın köşesinde bir kadın senelerdir. İnandım ona, itaat etmek doğru yolumdu… Anlamadım, inandım… Açıklama bekleyenlere zırva cümleler döktüm, sayfalarca belki… “Şimdi zamanı değil” diye tekrar ettim, ve farkında olarak yıprattım sözcükleri… Yıprattığım sözcüklerden yeni cümleler kuruyorum şimdi… Geleceğin bilinmezliğine inat. Beni tanımadan anlamak için yaratılmış biri…

Sen O’sun….

Her şeyi yıkıp yeni cümleler kurmak niyetinde değilim, var olan sözcüklerimle, tüm yaşanmışlıklarımla kurduğum büyümeye hevesli cümlelerimle varlığının kapısındayım… Duymadan açacaksın kapıyı biliyorum….

Ön sezilerimle sorduğum sorular beni korkutmuyor, aksine cesaretlendiriyor. Hissiyatım aklıma isyan ederek kendi yolunu çiziyor ve beni kendine köle ediyor. Anlamadan inanmanın nasıl bir şey olduğunu anlayamıyor sadece hissediyorum………..


Hissettiklerim en dostum denen insanları bile aklına havale ediyor… Demek ki, zaman tam anlamıyla susma zamanı… Ben gene susuyorum, tüm çığlıklarımla…. Beni duyacak olana duyurmak derdim, kulaklarını devre dışı bırakıp…

Bana kuracak binlerce cümlesi VAR biliyorum… Cesareti olmadığından değil… Korkmaktan… Tamamen silmenin ağırlığından… Bir şans daha vermenin cüretsiz asaletinden… Tüm tanımlamaları yerle bir eden bir ifade… Evet!... Yaşıyorum ve hayatım bana bu şansı,

O’nu hissetme şansını verdi….


Susmalarımın en aklı başında olanını sunsam da sana, bilmelisin belki biliyorsun… Gözlerimizi susturamadığımız bir gerçek, ama dinlemeyi ne kadar biliyoruz?... Hiç sorgulamıyoruz… İnançlarımızla ne kadar ilerlediğimiz sırat köprüsünde çıkmayacak karşımıza, yürüyoruz… Saçlarımıza aklar düşüyor, beklemeyi ibadetimiz sayıyoruz… Yaşlandıkça inancımız artıyor, tanımadığımız birbirimize kul-köle oluyoruz…


Şimdi tam zamanı… Biliyorum… Sen bilmiyorsun, belki de korkudan titriyorsun… Ben güvercinlere yem atıyorum, sen izliyorsun… İnanıyor ama bekliyorsun…

Zaman sana ismimi fısıldıyor, Adımı duyuyorsun… Ben sana önceden geldim, bilmiyor, hissediyorsun…


“Şimdi tam zamanı” deyip susuyorum O’na… Anlayacağı zamanı beklemek benim cesaretim… Biliyorum!... Biliyoruz?

İsmimi çığırıyor… BEKLİYORUM!...