12 Mart 2012 Pazartesi

VAROLUŞÇU BİR KARAKTER OLSAYDIM, BEN, BUGÜN…




Anne; bugün yine geç uyandım, yalnız da kahvaltı edilmiyor be! Ayaküstü bir şeyler atıştırdım, sigara altı olsun diye o da... Sonra… Yüksek sesle gazete okudum sesimi duymak için. Hep aynı koltukta oturdum, arada telefonum çaldı, açtım, konuşurken sıkıldım. Sonra beni güldürdü biri, çok güldüm. Gördüğüm herkese anlattım üç kişi veya beş, saymadım. 9 kere 7 kaç ediyordu diye düşündüm, parmaklarıma baktım. Bildiğin parmak işte... Öyle... Müzik vardı elbette kulağıma çalan... Evdeki ses için sokakta oynayan çocuklara baktım, bağırmadım. Bağırılmaz çünkü çocuklara, kıskançlık o kadar ortaya saçılmaz! Bazıları inkar da edebilir... Pencerenin önüne oturup parçalanmış dizlerimi düşündüm, hiç acımazdı. Şimdi neden amacımıza giden yolda tökezlediğimizde bile daha çok canımız acıyor? Sordum… Cevap veremdim, gene sordum. Kanayan yarayı göremediğimizden mi? Böyle şeyleri inan hiç düşünmedim daha önce, nedense şimdi aklıma geldi, neden geldiyse… Boş ver!

Güneş gene yüzünü göstermedi. Ağzımın kenarında bir yara çıktı, parmağımla bastırdım hiçbir şey değişmedi, duruyor hala orada. Pek de fark edilmiyor aslında… Belki ihtiyacı vardır bana diye sıcak kaşıkla korkutmadım onu. Yemek yapayım dedim, döktüm bütün sebzeleri tezgâha sonra aynı koltuğa geldim oturdum, kalkamadım bir daha… Sonra kapı çaldı açmak yerine küfrettim, kapıdaki sesimi duymadı ısrar da etmedi Allahtan. Kesin sevdiğim biriydi ısrarcı olmadığına göre… En sevmediğim ziyaretçi kapıyı dövenler mesela. Sanki ömrünce biriktirdiği öfkeyi benim kapıma kusuyor pezevenk. Bir de aceleyle kusuyor, öfkesi bile hızlı… Her kimse artık, tanımam etmem. Açmıyorum ya kapıyı, deliği de boyamıştım turuncu keçeli kalemle bir halt görünmüyor. Baktım mı oradan, bu şehre doğmamış güneşleri görüyorum. Kapıdaki de gitmiştir oluyor herhalde… Neyse…

Bu gün en az beni bir kere düşünüp özlemişsindir, eminim. Sen de olmasan kim özleyecek be anne! Zaten kimse senin gibi özlemez… Bu da başka bir konu tabii…Kağıt, kalem aldım, oturdum masanın başına… Aklı başında bir şeyler yazayım dedim. Olmadı! Aklı başında cümleler düzmek için insanın aklının başında olmaması lazım. Benim ki çok başında aklımın… Zaman da bazen hiç geçmiyor, yeşil çay içtim sürekli çişim geldi de biraz yürümüş oldum evin içinde tuvalete kadar. Sonra tansiyonum düştü, bacaklarım titremeye başladı… Ben de fırsat bildim bunu eski sevgililerimi düşündüm. Titreme geçti… Evde yemek de yok, acıktım, zaten bu ara şişmanladım yemesem de olur. Aslında karnı doyurmak için hap olsa uğraşmasak değil mi? Kesin biri bunu düşünüp yapmıştır da benim haberim yoktur. Öyle olur hep! Birileri hep benden önce davranır. Ve buna düşünme değil hareket kabiliyeti denir.

Yağmur yağıyor, duramadı piç yağmur. Sanki benim onu piç bırakan, eziyet gibi yağıyor. Tafrasına kurban olduğum bir kedim bile yok, kedi maması aldım, koydum koltuğun kenarına. Duruyor öyle… Biri kahve yapsa da içsem, yok ki, yapan.
Elektrikler de gitti, şansımı sikiyim. Birazdan mumları yakarım, ev yanmamış olursa hayatıma kaldığım yerden devam etme hayalim var.
Seni hep severim anne, beni doğurduğun için değil, beni doğurmak seni mutlu ettiği için… Kendine bana baktığından daha iyi bak. Seda Sayan gibi kokulu kokulu öpemem seni ama kendim gibi sarılırım işte…

Sarıldım, Bye!

4 Mart 2012 Pazar

ŞIKIR ŞIKIR’I PSİKANALİTİK OLARAK İNCELEDİK

Adonis mi? Hayır canım konumuz o değil! Sen klibi izle… Bizim asli görevimiz Mustafa Sandal’ın değerli şarkı sözlerini Freud’un deri koltuğuna yatırmak…

Mustafa’nın “nanınanına”larını es geçmeyerek başlayacağız elbette… Sanatçının neredeyse tüm şarkılarında vurguladığı “nanınanına” lar incelendiğinde, bize o ve sanatıyla ilgili önemli bilgiler sunduğunu fark ediyoruz. Sanatçı şarkılarındaki bu vurguyla kendi çocukluğuna iner ve oradan başlar hikâyesini anlatmaya… Ingadan aldığı enformasyonu nanına ya dönüştürme hazzıyla öyle bir başlangıcı uygun gören sanatçı daha sonra hikayesini ilerletirken de aralara “nanınanına” serpiştirir ve hayatının belli evrelerinde yeniden çocukluğuna döndüğünü bize açık etmek ister gibidir. Haliyle İtiraf çok da kolay bir eylem olmadığından biraz da canı yanan sanatçı “nanınanına” dan sonra getirdiği “ououuoooo” ile dürüstlüğün yarattığı şaşkınlıkla acısına naif bir gülümseme çakar.
Zaten parçanın başlangıç cümlesi de bu düşünceye hizmet etmektedir “Nerdeyiz bak/Ne kadar uzak” der bize Mustafa… Aslında “başladığımız noktadan, çocukluğumuzdan ne kadar uzaklaştık bak” demek istemektedir. Bu başlangıç bir uyarıdır biz dinleyiciye… Ama şarkıya kendi ağzıyla değil Gülben Ergen’in ağzıyla başlamayı tercih eder. Bunun nedeni ise aslında kendi gerçeğini –hepimizin aslında- o kadar da kolay kabul edememesinden kaynaklanmaktadır. Gülben’in ağzıyla sanatçı anlatmaya devam eder…

“Tahmin bile etme bırak
Sadece çevirme gözlerini
Bir tebessüm bile yetecek inan
Kalplerimiz sürükleniyor
Farkında değilsen hiç olma”


Bu dizlerde ise Mustafa aslında yaptığı şeyin ne kadar karmaşık olduğunun farkına varır baya da erken varır aslında… “bırak” der “düşünme sen, bu gerçekliğin acısını ben yalnız başıma sırtlarım” Fazlasıyla Türk erkekimsi bir centilmenlik ve duruş ile kadınların gönlündeki yere böylelikle bir kere daha kırmızı kurdele bağlamış olur. “Farkında değilsen hiç olma” vurgusu da bu dikkatle değerlendirildiğinde gerçek anlamını kazanmış olur. Sanatçı dayanamaz araya girme gereği duyar VE…

“Ne aşklar gördü bu sahil
Ne fırtınalara şahit”


Kendi varlığını sahil ile özdeşleştiren Mustafa centilmenliğinden bir nebze kaybetmeyi göze alarak acısından bir kuple sunar, sahit olduğu fırtınalardan bahsederek… Fonetiği uysaydı eminim “med cezir” sözcüğünü de eklemekten çekinmeyecekti satırlarına sanatçı; zira ben, anlatmak isteğini o sözcüğü de ekleyerek daha güzel anlatacağının tüm söz yazarları gibi onun da bilincinde olduğuna eminim. Sanatçı burada sahil ile ne kadar kendini özdeşleştirse de aslında sahil diyerek belirttiği tam anlamıyla onun bilinçaltıdır. Yani anlayacağınız bu hikâye aslında sanatçının bilinçaltında geçmektedir. Bu gerçeği fark etmemiz ise bize onun psikolojisini anlayabilmemiz için süper kaliteli, 10 yaşından gün almış ıhlamur ağacından bir kapı aralamaktadır.
O kapı aralığını Gülben Ergen de fark etmiş olacak ki sanatçıyı o anda yakalıyor ve ona eşlik etmeye başlıyor.

“Vazgeçmişken çıktın karanlıktan
Çarptı gözleri aman ışıl, ışıl
Tam yerinde yıldızlar şıkır, şıkır”


O anda bir aydınlanma oluyor herhalde ki, ikilinin gözleri ışıldıyor. Ya da kino’nun etkisidir bilemeyecem… Ama kadın sanatçımız aydınlanmanın da etkisiyle herhalde yüreğinden koparırcasına “şıkır şıkır” diyor. Kanımca sanatçımız Mustafa çok fark edemiyor bu aydınlanmayı ki… Sözlerine bu şekilde devam etmeyi uygun görüyor.

“Bütün alevler aşkımın şerefine
Sönüp giden senden bilsin”


Yazar burada artık kaybettiklerinin suçlusunu kadın olarak görmeye başlıyor. Sönen her şeyi “kadın”a bağlıyor. Belki kino’yu kapattı biri, nereden bileceksin? Neyse… Artık gençlikte ne badireler atlattıysa sanatçı burada gizliden de olsa bir kadını suçlama eğilimi sergiliyor. Lacan’ın kadın tanımının karşısında da sert bir şekilde durmayı başarıyor. “Kadın vardır ve suçlanmak için vardır” der gibi bastırarak söylüyor “sönüp giden senden bilsin”. Bu yaklaşımı ile Nietzsche’nin sakallarını okşuyor usul usul… Tam da şarkının ritmine uygun şekilde…
Lakin bu suçlama hali fazla uzun sürmüyor ve… Hissettiklerini hemen yok saymak misyonunu üstlenerek bu şekilde devam ediyor sözlerine…

“İçimde bir tebessüm ah kıpır, kıpır
İşliyor ya kalbime tıkır, tıkır
Bütün alevler aşkımın şerefine
Sönüp giden senden bilsin”


Ama bu toparlama hali de, ya da gizleme demek daha doğru olur, uzun sürmüyor, her erkek adamın yapacağı gibi dönüp dolaşıp aynı yere geliyor sanatçı… Kadını, sönenler nedeniyle suçlamaya… Artık sönen neyse, o kadar içine oturmuş! Freud el sallıyor bana uzaktan ama aldırış etmiyorum. Gülben’le birlikte yadırgamadan pilavı kaşıklamaya devam ediyoruz.
Tam da Freud huzursuzlaşmaya başlamış konuyu ne zaman çüke getireceğiz diye beklerken birden şarkıdaki şu ayrıntının dikkatimi çekmesi ile tam olarak irkiliyorum. “Datdatdarudarudatdatdat”!..
Parçadaki derinden gelen “Datdatdarudarudat” kısmı araya serpiştirilmiş bir sünnet anısı gibi çınlamakta kulaklarda sanki… Sanatçı burada “sünnet oldum erkek oldum bu da benim gurur kaynağım” diyerek erkekliğine vurgu yapıyor aslında… Her erkek adam gibi erkekliğini gösterme isteğini daha fazla tutamıyor içinde. Fakat bunu sessizce yapıyor derinden derinden… Aslında burada kendi geçekliğini fark edemiyor Mustafa, kaybettiği parçasının arkasından zeybek oynamak mecburiyetinde bırakılmış olmanın yarattığı hazmedememe halinin gerçekliğini…
Ama fallikten gelen güç ve gurur buna izin vermiyor elbette, bu gerçek kendini saklama refleksiyle tam tersi olarak vuku buluyor sanatçının kaleminde… Bu durumu elbette sanatçı fark edemiyor, ama bizim gibi değerli uzmanlar yakalayıp çıkartıyor. Gülben neler olduğunu pek umursamıyor, etrafta gözleri ışıl ışıl sevimli gülüşünü fırlatacağı bir kamera arıyor.
Freud deri koltuktan hepimizi def ediyor ve çözümlememiz burada son bulmak mecburiyetinde kalıyor. Şarkıda tekrar edip duruyor zaten…
“Datdatdarudarudatdatdat”

Oha o yedimiz pilav da ne pilavıydıysa artık!..


14 Şubat 2011 Pazartesi

SEVGİLİYE MEKTUP...

Dikkat: Aşağıda okuyacağınız yazı aşırı dozda romantizm falan içereceğinden bünyeye zarar verebilir, ona göre…

Sevgili bir türlü gelmeyi beceremeyen sevgili; sitemkar başlamak istemem ama yılların birikimi bir izin ver de içimi boşaltayım. Yıllar geçti hani nerdesin? Bu kadar kim bekler lan seni sevgili, adam olup çılgın, enerjik zamanlarımda neden gelmedin? Neyse belki bir bildiğin vardır. Şimdi sen gelmeden seni kırmak da olmaz. Efendi olmak lazım az.
Hani aşk tesadüfleri sever diyorlar ya bir türlü gelmeyen sevgili, bizim ki de sevmiştir belki tesadüfleri… Belki gençken Metallica şarkısında o çiş kokan barda ben başımı sallarken saçlarım senin oynaştığın hatunun yüzüne çarpmıştır. Olamaz mı olabilir bence… Birlikte bana küfretmişsinizdir, neden olmasın. Sayemde ortak bir şey düşünmüş olmuşsunuzdur. Bak bu kesindir işte. Misal gene gençlikte Bulutsuzluk Özlemi konserinde pogo yaparken ikimizde, benim boyum kısa ya sen beni ıskalamışsındır, olmuştur bu bence… Ben o gün beni baştan erkek zanneden kısa boylu bir ayıyla tanışmıştım çünkü… Sonra iki sene peşimi bırakmadı öküz. Hep böyle oldu hep öküzler beni buldu sevgili. Neyse… Sen de kim bilir ne aptal ve ergendin o zamanlar, iyi ki gelmemişsin o gün. Belki de sevgili, ayrı hastaneler de ayrı seneler de – sen benden büyük olmalısın, çünkü ben öyle istiyorum, siz biraz geriden geliyorsunuz ya ondan- aynı ebe doğurtmuştur bizi ve ardımızdan edilen her küfürde aynı ebenin kulakları çınlamıştır. Ama ebelerin hep kulakları çınlıyordur desen de haklısın be sevgili. Bak seni tanımadım daha ama sana hak veriyorum gördün mü? Bence beni kaçırmamalısın gelemeyen sevgili…
Belki de sevgili benim param bir şekilde sana hediye olarak dönmüştür, aşık olduğunu zannettiğin çirkin sesli bir karı sanki başka para yokmuş gibi benim paramla sana saçma sapan kokan bir traş kolonyası hediye almıştır. Ne alacak ki başka? Olamaz mı? Olur olur sen zevksizsin zaten bence, ama o karı daha zevksizdir kesin. Dur bak, benim ses tonum fena değil sevgili biliyor musun? Bir gün gelirsen senin için bir şarkı söyleyebilirim mesela… Hmmmm! Şeyi, ne bileyim duygulu bir şey işte, hıh buldum “Henüz 3 yaşında bir kardeşin var seni ondan bile kıskanıyorum” Hakkı Bulut şarkısı bu sevgili bilir misin? Bence bilirsin belki biz aynı mekanda ayrı salaklarla birlikteyken ikimizin aklından bu şarkı geçiyordur ve ne o salaklar ne de biz bunu bilmiyoruzdur- bilmemişizdir. Ben ce bunun da oluru var.
İnşallah adın Haydar değildir sevgili, lütfen olmasın… Olamaz mı? Olabilir ama olmasın işte valla baştan kaybedersin ben sana söyleyeyim. Sonra ben de senelerce gelmeyen sevgiliye mektuplar yazarım. Yazık bana, sakın Haydar olup gelme şöyle karizmatik bir Kerem ol ya da ne bileyim olgun bir Doruk ol. Ol da gel bence, olmadan gelme.
Belki de ben kocaman kız olduğum halde hala düşerken yanımdan öylesine geçmiş olan adam senin babandır. Olamaz mı olmasa keşke… Çünkü baban bir kadınla oynaşıyordu telefonda sevgili, hani sen de ona çekmişsen diye şey ettim ama… Neyse… Belki de benim babam o kaldırıma çıkarken gümbürtü şeklinde osurduğunda arkasından gelen kızlardan biri senin kuzenindi ve akşamına durumu sana şaşkınlıkla ve tiksintiyle anlattı. Olamaz mı? Bence babama özenmişsindir o gün, ama belli etmemişsindir. Ben olsam özenirdim çünkü.
Sokakta her başıma bir şey geldiğinde sen başka bir kadının peşine takılmışsındır belki. Ayrı mekanlarda ayrı acılar yaşamışızdır ama hep aynı küfrü etmişizdir. Benim balkondan düşürdüğüm saksı belki de senin dedenin fabrikasında üretilmiştir –inşallah öyledir zira bu kadar bekledim seni bari zengin ol- ve o saksının parçalarını ben sokakta ağlayarak toplarken sen babaannenin antika vazosunu futbol topuyla kırmış ve japonla yapıştırmaya çalışıyormuş olabilirsin. O gün gelip de çattığında, karşılaştığımızda ben hemen senin o olduğunu anladığımda- sen daha aymamış olacaksın ama normal erkeksin çünkü- hemen kendimi sana japonla iliştireceğim. Kopmamacasına… O futbol topunu patlatırcasına…İşte o gün olmasa da yakın bir gün de dedeni ve saksıları anacağız ve sen bana Japonya tatili hediye edeceksin belki de… Hiçbiri olmasa da bu olsun bari sevgili, çok görmek istiyorum Japonya’yı, bir kıyak yapıver yani..

Ben mektubumun sonuna gelirken sevgili sevgili belki sen de türk kahvenin son yudumunu içiyorsundur. Aman dikkatli iç boğulma sevgili, ben seni bekliyorum çünkü… Oha! ya 14 Şubatta kız istemeye gittiysen ve o kahveyse bu sevgili, boğul lan o zaman… Bana yar olmıcaksın madem kimseye yar olma…

Boğulmadıysan görüşeceğiz sevgili… Gelirsen bir gün seni çok sevmeyi planlıyorum. Öpeyim mi? Öpeyim ya… Öptüm valla… Hadi ben karaokeye gidiyorum belki ben Ajda’dan bir şarkı söylerken sen o mekanın önünden geçersin de gene karşılaşamayız… Bu da olur valla… Ama olmasa keşke yaş otuz oldu malum……

27 Kasım 2010 Cumartesi

BİR ARABESK YAZI:

Yaralar, İzleri ve Kaşıntı…


Çok değil az zaman önceydi. Hiç fark etmedim, aniden oldu. Aşk gibiydi… Nasıl olduğunu anlamadan, oldu işte. Birden ve yavaş yavaş, nefes alırken fark edildiği gibi. Şaşırtıcı ve kaçma isteği uyandıran…

Üzerine tütün basıp kanı dindirme, hemen dindirme hamlesi gibi, sanki olmamış gibi… Ama oldu!.. Şimdi geçmek üzere olan yaram, gölgesini bana hatıra bırakacak olan yaram, kaşınıyor. Nasıl tatlı bir kaşıntı… Lakin hemen müdahale edip dindirmeye, akmadan tıkamaya çalıştığımı tekrardan kanatacak gibi…

Kaşıyorum, evet kaşınıyorum…

Kaşımamak mümkün değil. Acımıyor –tatlı tatlı “ben buradayım” diyor. Demesin istiyorum ama diyor işte. Kaçmanın son köşe başındaymışım köprüden önce son çıkışmış gibi… Kaşınıyor! Refleks gibi elim gidiyor. Refleks gibi o’na, istediğime beni kavuşturacak olana gidiyorum. Aklım yerinde durmuyor. O, durmuyor ama beni durduruyor.


… Unutuyorum… Ama kaşıntı hatırlatıyor, “bundan kaçmıştın” diyor. Yaramdan damlayan kanlar korktuklarıma bulaşıyor. İçinde - O – var.

Çok yaram oldu hiçbiri böyle güzel güzel kaşınmamıştı. O’nu tekrar tekrar hatırlamak için yaramı ziyaret ediyorum. Kaşınıyor, ben o’ndan kaçıyorum. O’nun gibi bakıyorum o’na, o’na benzettiğim yaraya… Şaşkın! Evet, şimdi biliyorum, yaram sızlarken ben o’nun en çok şaşkın halini seviyorum. Bu sefer yaram şaşkınlaşıyor, yeniden kanamaya yelteniyor, durduruyorum. Ben de ne yaptığımı bilmiyor, şaşırıyorum…

Yaram ve ben birlikte O’nun şaşkınlığını kaşıyoruz. Bir varmış gibi yapıyoruz bir yokmuş gibi… Varlığından acı bir zevk yokluğundan acı tatlı bir kaşıntı duyuyoruz.

O kadar yok ki! Yaram o’nu hatırlatmak için kaşınıyor. Aklıma, bilincime, ruhuma, farkında olmadan gelen yarama küfrediyorum…

Ben, o yaranın gelecekteki izine tutuluyorum. O’na tutulduğumu inkar ederek, hep o’nu hatırlatan çocuksu tebessümüyle…

Başka birinde açacağım yaraya rağmen bana o’nu hatırlatacak yarayı tekrar kanatma riskiyle –tatlı tatlı kaşıyorum.

-Tatlı tatlı korkup o’na gidiyorum. Ben de bir izi var ya şimdi… Hani o’nun yok olduğu kadar… İşte ben şimdi kedimin bıraktığı izlerden sonra en çok o’nu seviyorum. O’nu sevemeyip o yarayı seviyorum -tatlı tatlı… Kaşıyıp o’nu var edip ve o’nu öldürüp. O’nu sevemeden , o’nu seviyorum…

Bir izi var ya ben de, korktuğumu kabul edebiliyorum. Varlığını istediğimde –tatlı tatlı kanatıyorum. Kaşınıyor… Yokluğunun izini bedenimde taşıyorum…

2009/İzmir

1 Eylül 2010 Çarşamba

İÇİNDEYİM BELKİ DE TAM DIŞINDA

Bir varmış bir yokmuşlu başlayan hikayelerden değil, sayfayı heyecanla çevirmek isteyeceklerinizden de değil. İçine sizi çekip sürükleyenlerden de.

Kasıklarım yanıyor diye bağırdı kadın içinden. Beyaz dizilerden hiç değil. Ona dokunmasını istedi birisinin çığlığını duyup. Ayşe’li, Hüseyin’li, karakterli bir hikayede değil, sakın! Sıcacık bir dokunuştu dilediği, tanrıdan mı? Kim bilir? Nefes alması hızlanıyordu yavaş yavaş. Kendinden korktu. Sokuldu kendine. Saklanmak istedi, vazgeçti. Korkusu sarıyordu tüm bedenini. Duvardaki çok iyi yapılmış reprodüksiyon tablonun içinde kaybolmak istedi, kendi düşleriyle yaptığı. Kaçamam dedi, dokunun biriniz bana.

Hiç ilgi çekici değil, daha önce söylemeye çalıştığım gibi. Kalkamıyorum yerimden, gerçekten kaybolmak değil dileğim. Elimi uzatsam, şuradaki tam karşımdaki kitaplığa, sözlüğü alsam elime sözcükler beni sırtlasalar; dedi. Bilmediğim kelimelerin peşine takılsam belki bir romanda yerimi alırım dedi. Beceremedi. Yoksa yazım kılavuzunu mu çeksem yerinden, kendimin düzgün halini öğrenebilir miyim? Hayır ben bir kelime değilim ki. Sadece kendimi kurtarmak içindi, ama hemen vazgeçmiştim; dedi. Hem de çok kısa zaman önce. Kasıklarım yanıyor diye bağırdı kadın içinden. Beni duyan yok mu? Kapının zili çaldı o anda. Kadın nasıl birisi ve ne şekilde yatıyor yatakta gözünüzde canlanabildi mi? Bana inanmalısınız. Çırılçıplağım dedi kadın, nasıl açabilirim ki kapıyı. Ama ben seni diledim, istesen içeri aracısız girebilirsin dedi. Seviniyordu, bunu saklamadı. Kapı zili bir daha çalmadı. Sessizliğin nasıl olduğunu kadın yüzünde saklıyordu. O sessizliği aynadan dinledi. Kapıda kimin nasıl birisinin olduğunu merak ettiniz mi yoksa, belki de fırlatıp atmışsınızdır çoktan elinizde okumakta olduğunuzu. Yine aynadan gördü dilediğini belki de umduğunu. Zili çalan şimdi aynadaydı.

Elinizdeki bir sayfa kağıt parçası değil de izlemekte olduğunuz bir film olsaydı şu anda aynadakinin ve kapıdakinin kim olduğunu biliyor olurdunuz. Her şey benim elimde, anlatacağım. Nasıl anlatacağım, belki de hiçbir zaman kim olduğunu anlayamayacağınız bir şekilde anlatacağım. Adını bile hatırlayamayacağın bir kitabın arasından düşecek bir kağıt parçası okunmaya değer midir? Bu sorunun cevapını verebiliyorsun şuanda. Özür dilerim anne dedi aynadaki kimse. Sesini tarif edebilirim nasıl kısık olduğunu ve o kadar da etkileyici olduğunu ama asla kulaklarınızda o sesi çınlatamam. Seni çok üzmüş olabilirim ama inan… Nasıl birisi olduğunu, kaç yaşında olduğunu, cinsiyetini bilmiyorsunuz hala. Kafanızda canlanıyor kesin ama benim anlatmak istediğim değil. Özgür mü bırakmalıyım sizi? Göreceğiz. Kadın aynadaki yüze dokundu, beni duyduğunu biliyordum; dedi. Genç bir erkek suratı aynadaki kadının omzuna kafasını yasladı. İnan anne isteyerek yapmadım. Canım çok yandı ama kimse anlamadı oğlum. Hep uğraştım yattığım yerden sesi duyurmak için. Sen de inan hep biliyordum, sesimi duyduğunu benimle yandığını. Kadının omzundaki erkek suratı yok oldu, aynada kadın yine kendiyle kaldı. Bu kendiyle kalma hali uzun sürmedi. Kadının elini bir çocuk çekiştirdi, kadın şaşkın baktı. Ayna çocuğu göremedi kadının bakışı aynada boş kaldı. Ben seni affedebilir miyim anne? dedi çocuk. Kadın sen benim değilsin dedi ve aynada kayboldu. Aynada görülmeyen sesler kaldı. İkisi de yok olmadı aslında sadece aynada görünmediler, kadın çocuğa yaklaştı ve yok oldu. Aslında vardı. Ben seni tanımıyorum dedi kadın çocuğun yüzüne yüzünü yaklaştırarak. Ve dikkatle baktı. Çocuk gülümsedi, biraz önce yüzümü okşuyordun dedi. Dikkat şaşkınlığa dönüştü, kadın aynada tekrar var oldu.

*Hiçbir zaman bitmeyecek hikayeler vardır, bitmeyi bile hak etmeyenler, sen de öylesin işte…

10 Haziran 2010 Perşembe

ZURNANIN ZIRT DEDİĞİ YER...

Arıyorum, arıyorum bulamıyorum.

Yollar deniyorum, insanlar deniyorum, sözcükler kurup öznelerini soruyorum, bulamıyorum. Bir ikindi vakti çay bardağının kenarından bakmaya çalışıyorum hayata, göremiyorum. Tek bir kaldırımı on beş kere, inanabiliyor musun on beş kere, inip çıkıyorum, olmuyor.

Zurnanın zırt dediği yeri kapatmışlarda benim mi haberim yok. Şimdi Selin olsa bana bir olumlama verirdi, Ayşen olsa “saçmalama lan” derdi. Ben olsam kendime ne derdim acaba?

Yarın ki sınavıma çalışmamak için bulduğum bir yol olduğunu itiraf eder miydim kendime? Çok meraklandım şimdi, ama işim var daha zurnanın zırtladığı yeri bulacağım, yoğunum.

Zurnanın zırtladığı yerde de güneş doğuyor mudur ki? Keşke güneş yerine orda her sabah Gerard Butler doğsa. Ama nerde ben de o şans, zırtlayan yeri bulsam doğan ancak Mahsun Kırmızıgül olur. Güneşi gördü ya o, güneş olabilir hani o bağlamda. Ahahaa ne komik! Komik mi gerçekten? O zaman neden ağlıyorum. Neden sümükerim akıyor ve neden ben burnumu kazağımın koluna silmek zorunda kalıyorum. Neden Gerardımın geniş omuzlarına o bana güzelcene sarılırken burnumu sürtemiyorum?

Ben daha zurnanın zırtladığı yeri bulamazken telefonum bilindik melodisinde çalıyor tüm zurnalara isyan ediyorum da neden telefonumu açamıyorum?

Bak telefonu boşver, ben ne yaptım onu anlatayım…. Sıçrama iyidir, birazdan zurnada sonrada zırtladığı yerdeyiz… Devam et…


Dur bir dakika Gerard’a ne oldu? Bırak Gerard’ı şimdi, akşam kırmızı şarapla gelecek… Biz işimize bakalım. Ne anlatıyordum. Benim bir kankam var Yunus Bülbül olmaya karar verdi. Çalışmalara başladı ben de ona yakışır biri olmak istiyorum. İlkten dedim ki Bergen olayım sonra fark ettim ölü olarak bir işe yaramam en iyisi Kibariye olmak… Nasıl fikir? Böylece zurnalara hep yakın olacağım ve zurnanın zırtladığı yeri bulmam kolaylaşacak. Bazen çok zeki olduğumun farkındayım, evet!.. Ama telefonum hala çalıyor ve o melodide çalıyor. Hayatımı değiştirmeye melodimi değiştirmekle başlamaya karar verdim. Zurnanın zırtladığı yeri bulduğumda saçlarım belimde olmalı, gözlerimin rengi biraz daha açılmalı ve lacivert bir stilettoyla salınmalıyım. Grotesk bir espri bulup onu ezberlemeliyim. Orayı bulduğumda tamamen hazır olmalıyım. Hem de her şeyimle en önemlisi laciler… Biliyorum akşam o adamın lacivert gözlerine bakarken fark ettim. O renk olmalılar. İçinde tutku aynı zamanda arzu barındırmalı… Öyle hemen değil ama teslim olmalı bakan. Hani bilirsin, nasıl olduğunu… Öyle işte!

Geçen gün televizyonun önünden geçiyordum bir kelime duydum “boş ver” diyordu biri… Neden daha önce böyle bir şeyi düşünmediğimi anlayamadım. Sanırım artık televizyon seyretmeye başlamalıyım, öğreneceğim çok şey var. Yolumu kısaltabilir…


Artık aynı kaldırımı on beş kere çıkıp inmiyorum, televizyon seyrederken koltuğun üstünde zıplıyorum doğru cevaplar bana gelsin diye. Sanırım daha rahat bir yöntem en azından çişim geldiğinde hemen tuvalete koşabiliyorum. Bu durumdan en çok kedim memnun, o da benimle zıplıyor. Sonra çişimizi yapıp evin içinde koşturmaya başlıyoruz. Bunu da kedimden öğrendim. İşedim mutluyum rahatlığıyla koşmayı yani… Hayat bazen ne kadar kolay ve güzel. Belki de zurnanın zırtladığı yeri bulmadan da rahatlayabilirim. Olabilir mi? Ama ya laciler…. Hii onlar benim olmalı, onlarla salınmalıyım.

Geçen gün annem bana bir hediye almış, nasıl heyecanlandım. Delirdim paketi açarken, sonra ne göreyim “saç tokası” hem de mustili yani bildiğin hello kitty’li… Tamam da ben kadın olmaya karar vermiş ve zurnanın zırtladığı yere doğru gitmekteyim, yani şimdi bu ne?? Söyle…

Konuda dağıldı iyi mi, benim de sinirlerim bozuldu iyice bak, gene ağlıyorum. Kedim geldi kafamı ısırıyor, Seda Sayanı izlemek istiyormuş. Off ya… Sıkıldım hadi izleyelim bari…

Bok oldu zurnanın zırtladığı yer ama unutmadım, saçlarım uzamaya devam ediyor. Yarın sabah koşmaya da başlıyorum… Belki o bana gelir. Hep bana gelmesini beklediklerim hesabı…


Hadi sevgiler… Gelirim gene…

28 Kasım 2009 Cumartesi

HANİ!...

Hani… Böyle günler geceleri kovalar ya… Onun gibi belki de… Ya da hani… Bir şehir, seni çağırırda gidersin ya ardından, sonucunun ne olacağını bilirmiş gibi… Ama bilmezsin ya hiçbir şey… İşte belki de onun gibi…

Nasıl anlatsam; sonucu ezbere okuyacakken, sonuç ezberi bozar gibi… Koşarak gittiğin yerden kaçmak gibi, evet!.. Her bulduğunu sandığında kendine çelme takar gibi… Benim O’nu baştan bildiğim ama O’nun beni öylece inkar ettiği gibi… Anladın mı?.. Hani!.. Kaçmak istemek ama her defasında geçmişe gömülmek gibi…

Nasıl anlatsam; zor gibi… Hani coşkuyla koşarsın ya, koştukça sen, geçmişin satır arasından fasit bir kapı aralanır gibi… Bir şey yapsan olacak ama o bir şeyi, bir sürü şeye bulamış gibi… Lekelerin içinde renk aramak, o şarkıyı bir kere daha dinlemek, korkunla ağlayarak-gülerek sevişmek, zor da olsa kendine katlanmak, sığınmak isteyip ona, sığınma der gibi…

Hani sussan olacak; ama susamadığın gibi…

Sanırım, bir dilek tutmak ve o dileği tuttuğun anda salıp, unutmak gibi… Ya da bir çocuğun büyümeye olan öfkesini oyuncaklarına sakladığı gibi… Hani, kaçmak için koşmak değil de dizini parçalayacağını bilerek, inadına koşmak gibi…

Hani, kalp çarpıntısı gibi durmadan küt küt atan şehrin, bilindik, esrik rüzgarı yüzüne çarpar da seni gülümsetir gibi… Seni, bilmeden, şaşkınlığıyla gülümseten o kocaman ama çocuk adam gibi… Aynı zamanda hem sevdiğin hem nefret ettiğin gibi… Bilmiyorum deyip, bal gibi bildiğin gibi… Hani, duvarında yer etmiş saatin içinde akrep değil de at koşar gibi… Nerede bulacağın avucunun içinde yazar, sen avucunu sımsıkı kapar gibi… Hiç kimseyi yormak istemezken, yorar ve yorulur gibi… Suçluluk gibi ama aynı zamanda arınmak gibi… Bilemedim… Belki de inandığını savunurken öfkeli bir saçmalığa bürünmek gibi… Hani, aynı zamanda hem onurlu olmak hem de gururun yerlerde süründüğü gibi…


Ne bileyim? Benim gibi…Senin gibi işte… Ya da şöyle daha iyi; insan gibi…

Hani!..

Ne bileyim? Belki de benim anlatmaya çalışıp anlatamadığım gibi… Ama gene de senin anladığın gibi…