14 Ekim 2008 Salı

YAZ-MAK

Rüzgarınız çarpıyor yüzüme. Kahretsin yazamıyorum.

Tek istediğim yazabilmek aslında, şu an ne yazacağımın bile önemi yok ama kayboluyor dokunduğum anda harfler. Korkuyorum. Üşümek istiyor terliyorum. Ağlamak istiyor evet ağlayamıyorum. Bildiniz. Paragrafın girişinden belli nasıl devam edeceği. En basit insani yanımı göremiyorum. Korkmaktan başka çarem yok. Korkuyorum. Acizliğimi kanıtlamak için bir çaba bu. Hayır, artık üzülmüyorum. Biliyorum.

İnsanın anlatacak bir hikayesinin olmaması ne kötü. Doğum sancılarıyla kıvransam da şimdi, hiç yaratamadığım çocuklarıma kuracak cümlelerim yok. Belki bir gün bir çocuğum olur ve onunla birlikte ağlarım tüm ağlanmamışlıklarıma.

Zamanı ipe dizdim seyre dalıyorum her gün. Bazen yaşlı bir teyze geliyor, kapıyor zamanı elimden, çekiyor tespih niyetine. Kendi zamanı yetmiyormuş gibi benim zamanımı çekiyor parmakları; ince, büzüşmüş parmakları. Dudağında hiç bilmediğim bir dilde dua oluyorum. Doğmamış çocuklarım bağırıyor o dilde “Yaz” “YAZ” diye. Anlayamıyorum. Anlamıyor, yazamıyorum. Ben yazamadıkça mevsimler değişiyor. Sonbahar yapraklarının kokusu siniyor saçlarıma. Önce kuruyor sonra dökülüyor saçlarım yapraklar gibi. Kafam ağaç dalı, titriyor.

12 Ekim 2008 Pazar

"My Life Without Me" – buruk bir gülümseme












Pek tabii her girdiğimiz yaşın en önemlimiz olduğunu zannetme lüksüne sahibiz. Liseyi bitirmeden öncesinden beri hiç büyümemişseniz ve yaşınız otuzu zorlamaya başladıysa ve bazen neyse diyemiyorsanız işte o yaştasınız. En önemli yaşınızda. O yaşta düşünmeye de vaktiniz varsa, var olmak ve yok olmak üzerine beyninize yüzlerce kelime yığılır. Sizden öncekilerin kestikleri ahkamların bulandırdığı suda size ait olanı ararsınız. Dünya tesadüfleri ile düşünmeye vakit bırakmayacak hızda ve aniden dönmeye başlamışsa sizden habersiz, Ann’in yaşadığı gibi, erken gelen ölüm bir fırsattır belki de. Hızlı olmak zorundasınızdır, fark ettiklerinizin canınızı yakmaması gerekir, merak etmek ise tam anlamıyla bir saçmalıktır ve evet o adamla sevişilmelidir. Artık kime arzuyla bakacaksanız Ann’in baktığı gibi onunla sevişeceksiniz, suçluluk falan da duymayacaksınız, temiz iş yani. Ann ölmeyecek olsaydı ve o çekici adamı aynı derecede arzulasaydı nasıl hareket ederdi acaba diye düşündüm ben, karakterin güçlü bir kadın olduğu inancını taşıyarak. Merak ediyorum, sinemanın işi de bu değil mi zaten? Sinema işini yapıyor fakat ben arınamıyorum çünkü bu filmin işi benim merak ettiğime cevap vermek değil, yani anlatmak istediği… Bu film merak ettirtmiyor her şeyi veriyor ve izleyicisine bir zahmet sorgulayınız diyor. İnsanlarda ayrıntılı olarak düşünmeye üşendikleriyle beyaz perdede karşılaştıklarında takındıkları hayranlığı takınıyorlar haliyle.

Filmin hiçbir karesinde ağladığımı söyleyemeyeceğim ama filmin sonunda yüzümde buruk bir gülümseme vardı bunu fark ettim. Sanırım Ann’in öldüğü an hissettiklerini görünür kılan bir ifadeydi. Ve ağlamamışlığımın geçici sebepleri var buraya sıralamak istemeyeceğim.

“Düşünüyorum öyleyse varım” içim rahatlığıyla yaşıyorsanız hayatı, siz orada kalın biz bir ara geleceğiz.

KISSADAN HİSSE MEVZUU

“Bir yağmur yağıyor içimde, şimdi. Aralık ayı gelsin diye dolunayla sohbetteyim geceleri, sınırlı günümüz var. Nergis kokusunu duymalıyım diyorum, ciğerlerim patlayana kadar içime çekmeliyim. Bu yağmuru ancak o dindirir.”

Her yağmur diner de izi kalır be gülüm, diye başlayan bir cümlenin devamını okumak istemem normalde ama belki değerli birinin elinden çıkmıştır diye de sonuna kadar gitmek isterim. Önyargılarımı sürüklerim, yol arkadaşı ederim gözlerime. Her satırda biraz daha ağırlaşır gözlerim değil, önyargılarım.

Bir çok şeyden arınmak isteriz ya seneler geçtikçe, biz büyüdükçe. Kocaman cümlelerimize esir ettikçe başka bedenleri, yürekleri; artar ağırlığımız da. O sıra önyargılarımız modern aklımıza gelmez. Ağırlık artar sorgulayamayız. Sonra günlerden bir gün; ama masallardaki gibi bir gün değildir elbet o gün, köşe başından çıkıverir biri ve size şöyle der; BEN, O DEĞİLİM! Suratınızda nasıl yani suskunluğuyla bakakalırsınız. Eziyet o an başlamamıştır aslında, hissedilen gerçeklikle bağlantılı olsa da “aman tanrım terk edildim” saçmalığından başka bir şey değildir. Yolda dökülen gözyaşları, otobüstekilerin delici ve artık üzgün bakamayan ama hatırlamaya çalıştıklarını belli eden kaçamak -mış gibi bakışları eşlik eder size ineceğiniz durağa kadar. Olayı biraz daha abartılı yaşamayı seven tiplerdenseniz eğer ineceğiniz durağa kadar dayanamaz ve birden atarsınız kendinizi arabadan. Yürürsünüz… Ne acıdır o yaşadığınız, anlatmaya çalışsanız anlatamazsınızdır. En iyisi nefes alın, şöyle derin derin. Gerçekler eve varıp odaya kapandıktan sonra başlar. Zira gerçek insanın kendi beyninde yarattıklarını fark etmeye başlayıp onlarla mücadeleye giriştiğinde yüzünü gösterir.

Kör kuyularda merdivensiz mi kalmış benim kuzucuğum nağmeli anne ezgilerine katlanamaz en adam yanınız da biraz daha susarsınız. Ama anneniz hep yanınızdadır, sizi hiç bırakmaz, bilirsiniz. Önce biraz dengesizleşip, her şeyi değersizleştirip yıprattıktan sonra birden ayıverirsiniz. Bu kaçamak bir ayma veya insanlığın kenarından sıyırarak düzlüğe çıkma gibi bir durum değildir, en azından bizim siz diye nitelendirdiğimiz karakterimiz için. Gerçi bu karaktere baştan tepkiliymişiz gibi bir izlenim yaratmış olsak da ilerlememizin bize göstermiş olduğu gerçeği fark ettiğimizi umuyorum. Acımış olabiliriz, evet.

Karakterimizin uyandığı gerçek şudur. “Ulan her şeyi ben yaratmışım aslında, o diye bir şey yokmuş da o benmişim, yani o olan benimmiş.” Bu karmaşa biraz daha devam ettikten sonra karakterimiz tamamen arınıyor ve normal hayatın akışında rastlıyoruz kendisine fakat bu sefer tecrübeli, görmüş geçirmiş bir adam olarak. Misal bir bar taburesinde. Yanında başka adamlar, belki yanlarına sonradan eklenecek, eh işte güzel sayılabilecek hatunlar. Yaşamış, görmüş, aymış haliyle ahkamlar kesecek, sigarasını bir başka yakacak, bir başka beğenilecek kadınlar tarafından artık. Aslında o benmişim de o işte benim yarattığımmış… falan diye devam edecek…

Sonra günlerden gene bir gün bir çöküş gerçekleşecek ya böyleyse ya şöyleyse diye devam edecek kendine kurduğu cümleler. “Aşk acısıydı ulan bu, şimdi yaşadığım ne öyleyse?” diyecek. Sensin evladım, gerçek ayman şu anda gerçekleşiyor diyeceğiz, biz başka ahkamlar kesen insanlar. Gerçeklikten bu kadar bahsedip gerçekliğe varamayan satırlar dizen insanlar olarak başta bahsettiğimiz önyargı konusundan koptuğumuz zannedilecek, kopmadığımıza bağlayacağız.

Asıl amaç kıssadan hisse çıkarmaksa bir metinden buyurun buradan bizim kıssadan hissemize… En düz haliyle… Önyargılar her zaman negatif yöndedir zannedilir ya, öyle değildir aslında. Önyargı bir kendini kandırma sanatıdır, iyisi de olur kötüsü de. Sonradan o sanat kanırtır bir yanlarınızı her halükarda da; ama ne demişler “Her şey geçer”…

*Eğer bir gazeteci olsaydım yazdığım metine hiç uymayan başlığım nedeniyle kendimi suçlu hissederdim, iş ahlakımı falan sorgulardım. Allahtan gazeteci falan değilim de böyle ayrıntılarla uğraşmak durumunda kalmıyorum.

ŞEHİR-İ İZMİR


Git artık diye bağırıyor şehrim bana. Kusmak istiyor beni, bir şekilde içinden atmak.

Bir çok sokağını yıprattım senelerle birlikte, anılar biriktirdim biraz da insan. Boyadım, yazdım, karaladım, istemeyerek sildim bazen. Kaldırımlarında ıslanırken reddettim büyümeyi gene de büyüdüm. Büyümenin en kötü yanı, aslında hiç çocuk olamadığını fark etmek, istemeyerek öğrendim. İyot kokusu burnumda tuttum sevgilinin elini, turuncu gökyüzü eşliğinde. Yamalı asfaltlı ara sokaklarında dizimi yaralarken öğrendim ağlamayı ve lanet olsun, kaybolduğumda saptığım bir çıkmaz sokağında unuttum ağlamayı. Düşmeyi, tekrar ayağa kalkmayı, yaralardaki kabukları kurutmayı ve kabuğu hemen koparmayı, yarayı taze tutmayı onda yaşadım. Terliğimin tekini onda kaybettim ve eşi benzeri olmayan terlikleri gene onda buldum. Koştum koştum, onda terledim, üzerine su içtim. Onda vız geldi bütün hastalıklar, onda ateşten yataklara düştüm. Tüm gizli hikayelerimi annemin eliyle onda yazdım. İmbatında dalgalanırken kumral saçlarım kokum sindi ona, ilk defa körfezinde gördüm gözlerimin rengini. Onda kırıldı gözlük camlarım, onunla topladım parçaları. Onda öldüm ve onda dirildim yeniden. Ben o oldum ona beni kattım. Yaşlanmadım an’lar biriktirdim.

Ve en acı yanı bu şehirden bir gün, kısa süreliğine ayrıldım. Kendimi ona, oraya ait hissetmeyerek geri döndüm. Hiçbir yere ait değildim, belki kendime bile… Bunu ondan gizleyememişim. Şimdi beni kusmak istiyor. Biliyor aslında! Benden daha çok farkında sıkışmışlığımın ve anılarımdan kurtulamamamın ağırlığının. Geçmişimde yol veriyor artık bana, insani tatmin olma yanım bir türlü tatmin olamıyor. Gidemiyorum! Kurtulmak en çok istediğim, kabul edemediğimse kaçıyor olarak nitelendirilmek. Ama şehrim beni kusuyor, şimdilik yavaş yavaş… Benim bir çok parkına kustuğum gibi o da beni…

Bir gün tamamen atmış olacak, az kaldı, biliyorum. Hazırım aslında! Bir gün geri döneceğimin verdiği rahatlıkla, beni kusmasına izin veriyorum. İkimizde acı çekmeden olsa keşke! Mümkün değil… Şehrim son kez şunu fısıldıyor bana “ acı çekeceksin ki keyif aydınlansın”.

Bir gün tekrar geleceğim, beni turuncu gökyüzüyle karşılayacak eminim. Benim de bir sürprizim olur belki, elimde O’nun elleri…