29 Kasım 2008 Cumartesi

SENCE AŞK NEDİR?

Ortaokul ve lise çağlarımdayken sevgililik denen kuruma inanmazdım. Küçük kadınların ve adamların birbirlerine yaptıkları kurlar, benim izlediğim bir Karagöz Hacivat oyunu gibiydi beyazdan hallice perdede, gölgeli. Sürekli gülümsememe anlam veremeyen yaşıtlarım beni sevimli olarak nitelemekle çıkış yolunu bulmuşlardı. Şimdi yaşıtlarım programlanmış evlilik oyununa dahil oldular, ben ise sevgililik kurumunu artık kabul eden ama evlilik kurumuna inanmayarak yaşamını sürdüren bir çocuk kadın formu olarak yaşıyorum. Büyümeye karşıyım. Boş zamanlarımda da kiralık katil olarak çalışmaktayım.

Lise sıralarında benim gibi olan birkaç formla birlikte çevremizi incelerdik, gözlemlerdik. Bugün elimize bizi eğlendirecek ne geçecek diye bakınırdık, olmadı herkeste olan fakat kullanmayı bilmedikleri popodan yardım dilenirdik. Ön sıralardan gözlüklü ve pek sevimli olmayan bir kız genelde yardımımıza koşardı. Bir oğlan çocuğunun yanına, muhtemelen hoşlandığı, oturmasıyla bizim yerlerimizi almamız bir olurdu. Bir türlü sevimli olamayan kızımız hemen soru sorarak konuşmaya başlardı. O gün kısmetli günümüz olmalıydı çünkü hatundan gelen soruyla gözlerimizde sayfalar çevrilmeye başlamıştı. Tarihi binalardaki rekonstrüktif çalışmalarla ilgili ne düşündüğünü sormuyordu tabii ki, ergen çirkinliğinin farkında olmayan çocuğa. Sorusu gayet naifti; sence aşk nedir? Aman yarabbii! O an ben kıza dokunma isteği duydum, gerçekliğini hissetmek amacıyla. Ayağa kalmaya çalışırken naylon çorabım tahta sıranın bilmem neresine takıldı, olduğum yere geri çakılmak durumunda kaldım da hatunun sıcacık muhabbetine engel olmadım. Oğlanın konuşmasına izin vermiyordu sevimsiz kız, sürekli konuşuyordu sanki soru kendisine sorulmuş gibi. Ben dikkatimi tam olaya odaklayacakken sınıfın en uzun boylu herifi yanıma gelip dikildi ve bana baktı. Bende altında kalmayarak ona baktım. Kokumun ona tanıdık geldiğini söyledi. Dikkatimi dağıtıyordu, bir çeşit soru sorma yöntemiyle bana asılmaya çalıştığını anlamıştım lakin onu en acilinden başımdan savmalıydım ve geleceğim için önemli olan mevzuuya şahit olmaya devam etmeliydim. Erkek parfümü kullanıyorum dedim, üzerimdeki iğrenç lacivert okul kazağını çekiştirerek ve ekledim belki seninkiyle aynıdır, hoşça kal… Adam tepemden gitmiyordu sesimin ona kadar ulaşamadığını düşünmeye başladığım sırada olaydan tamamen koptuğumu fak ettim. Uzun boylu sınıf arkadaşımın gözlerinin içine baktım, garip bir şeyler vardı. O zamana kadar övündüğüm aklımda bir dalgalanma olmuştu. Benimle dışarı gel komutunu itiraz etmeden almıştım. Bahçedeydik, gün ışığı yüzümüze vuruyordu, uzun boylu çocuğun gözlerinin rengini fark ediyordum övündüğüm dikkatime lanetler yağdırarak. Övündüğüm her şeye ne oluyordu anlamamıştım. O sevimsiz kızın sorduğu soru lanetli miydi?
Sence aşk nedir?...

* Siyah'a *

19 Kasım 2008 Çarşamba

2 KADIN… 2 KADEH… VE…

İki insanın bir araya gelmesi her zaman mucizevi değildir ama o iki insan kadınsa, dostsa ve birlikte içki içiyorlarsa en azından o anlar mucizevidir. Sohbette ortaya dökülenler samimiyet seccadesinden açılan bir kapıdır. Kapının nereye uzandığı sırdır, dört duvar ve iki bellek arasında kalacak. Kendini tatmin oyunlarına teslim edilmeyecek cümleler dizilir ardı ardına. Sorgulamanın en yanlış olduğu zamanlar doğru adımların belirsizliğini gizler içinde.

Her şeyin anlamsız geldiği anlarda şarap kadehleri tüm anlamı barındırır şeffaf ve sert varlıklarında. Boğazdan kayan yudumlarda kendi hissiyatının farkındalığına ayılır insan damarlarda dolanan sarhoşluğa inat. Kadehler bir kere daha tokuşturulur birbirine, onu “neye içiyoruz?” çınlaması takip eder. Yıpranmış kadehler cevapla kendine gelir. Kendine gelmek bir nevi sarhoş olmaktır. Elden kayan kadehin parçalanmasıyla bir yerler sızlar. Burnun sızladığı hayretle karşılanır, düşlere eşlik eden pembe pijamayla. Kadehten arta kalan ruj, düşlere bulaşır sevilen adam öpülürken. Uyanıldığında hatırlanmaz.

Sabahın köründe uyanmak için değil uyumak için mücadele verilir, kedinin miyavlamasına ve annenin sitemlerine rağmen. Bir günün nerede bittiği ve nerede yeni günün başladığı belirsizdir. Geçmişle geleceğin birbirinde gizlendiği ve birbirini gizlediği gibi. Yağmur damlaları rüyandaki gibi çarpmaz gerçek varlığına. Düşlerin mi sensindir yoksa gözlerini açtığın günler mi sensindir sorusunun cevabı asılıdır, kapının eşiğinde dua niyetine. Bilinmezlik seni korur, inanamazsın.

İnanamadığına hayran olur kadın ve kendini bir deniz kenarında bulur. İnanamamakla hayran olmak kol kola girmiş iki sıkı dosttur.

Ve içmek için her zaman bahane vardır. Hava kararır, yıldızlar parlar. Hadi içelim ve başa saralım. Belki yeniden aşık oluruz!

12 Kasım 2008 Çarşamba

Adı konamamış flörtler…

Kendi kendime replikler yazıyorum. O kadar alışık değilim ki, konuşamıyorum… Tanımı olmayan bir şeyi henüz kendime anlatamıyorken bir başkasına anlatmak.. hatta ona anlatmak…

Sorular var beynimde birbirini kovalayan, başlıyorum… zamansız mı? Zamansızsa neden şimdi? Peki ya zaman.. zaman nedir?
Derken zaman ağırlığını koyuyor üzerime, saniyeler dakikaları kovalıyor bir telaş var sanki onda da ve zaman kazanıyor, ben saatler sonra yine başa dönüyorum…

Zaman paradoksunu bir yana bırakıp asıl mevzuuyla çarpışıyorum, neden O? İşte en manasız ve de bir o kadar manalı soru cümlesi… Sıralamalarım başlıyor; çünkü boşluktayım! Cevabımla öne geçtiğimi düşünüp rahatlayacakken sorularım atağa kalkıyor, tamam da neden O?

Dünyada milyonlarca adam varken, neden O? Dur diyorum kendime, sakin, sen bulursun buna da bir cevap, gecikmiyorum. Kendimden emin, çünkü diyorum basitçe, ilgili adam, bakışı, tavrı.. ardı ardına sıralayacakken yine içimdeki soru işareti baskın; her ilgilenenle aynı yani? Bu alay içimde düğüm oluyor, yutkunuyorum…

Yeter! diye haykırmak istiyorum! Tamam, kabul! Evet, O! O, çünkü ben öyle istiyorum. İçimde pırpır etmeyi unutmuş olan uyandı! Yüreğim telaşlı, utanmıyorum! Midem ağrıyor, utanmıyorum! Kimmiş, neymiş sorgulamak da istemiyorum ve yine utanmıyorum! Yarını düşünmeden bugünü yaşamak istiyorum, onunla paylaşmak istiyorum! Sonucu mu? Umurumda değil anladın mı, hem de hiç olmadığı kadar umurumda değil!

... konuşamıyorum sadece yutkunuyorum… Kendi kendime replikler yazıyorum, o kadar alışık değilim ki, konuşamıyorum…

*celine*

...

Yoğun düşlü bir gecenin sabahına uyandım. Sen yoksun… Daha önce olmadığın bin günler gibi. İnsan her şeyi tüketebiliyor, kendini bile. En tükenmiş olduğun anda dahi gerçek olanı, sevgiyi hissediyorsun, bir tek onu tüketemiyorsun işte. Bir kere sevdinmi o hastalık hiç peşini bırakmıyor. Yamulmuş teneke kutular gibi sürükleniyor. Sen yaşadıkça sesi geliyor ardından, tangur tungur…

Bugün o ses o kadar şiddetli ki! Ancak hıçkırıklarım duymamı engelleyebilir. Ağlamak için sığınabileceğim bir sen yok. Yokluğunda kendime sığınmayı, ağlamak istediğimde karanlık sinema salonlarından medet ummayı öğrendim. Göz yaşlarımla sana aldığım tişörtleri değil en kaliteli sinemaların kırmızı kumaşlı koltuklarını ıslattım.


Dünyanın neresinde, hangi coğrafyada atarsa atsın kalbin beni hep seveceksin. Biliyorum! Benim cesaretim var senin söyleyemediğini söylemeye. Ben… bugün… seni özledim sevgilim… Özledim!